Bir ülkeyi yoksul ve namuslu halkın vatanı yapabilmek için nelerden vazgeçebildiğimizle tanımlanır şaire göre erdemlerin en yücesi olan “yiğitlik”.

Varsın, kara sevda olsun

“O insan tarihindeki evrim yasasını buldu; şimdiye kadar, ideolojinin aşırı gelişmesiyle gizlenmiş olan şu basit gerçeği keşfetti: İnsanlığın, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile uğraşmasından önce, yemesi, içmesi, barınağı ve giyeceği olması gerekir. Böylece, acil maddi yaşama araçlarının üretimi ve dolayısıyla belirli toplumlarda ya da belirli dönemlerde ulaşılan ekonomik gelişmişlik derecesi, devlet kurumlarının, hukuki kavramların, sanatın ve hatta söz konusu toplumların din üzerindeki düşüncelerinin geliştiği temeli oluşturur ve, şimdiye dek yapılagelenin tersine, bu temelin ışığında açıklanmalıdır.”

Bu sözler, 141 yılı aşkın bir süre önce, 17 Mart 1883’te söylenmiş. Söylendiği yer Londra’daki Highgate Mezarlığı. Sözlerin sahibi, üç gün önce ölmüş yoldaşı ve en yakın çalışma arkadaşı Marx’ın son derece mütevazı cenaze töreninde konuşan Engels.

Burada dile getirilen, söyleyenin anlatımıyla “basit gerçek”, tarihin materyalist yorumunun, daha yaygın kullanılan deyişle tarihsel maddeciliğin çıkış noktasını oluşturuyor. Konuşan, karmaşık ve güç anlaşılır konuları yalınlaştırmaktaki bilinen ustalığını gösteriyor. Sonsuzluğa uğurladığı yoldaşı ile birlikte ömürlerini verdikleri, kendilerinden sonra gelip geçmiş ve bugün de yerlerini alan sayısız izleyicilerinin hayatlarını doldurarak anlamlandıracak yetkin öğretileri ile bitip tükenmez uğraşlarının bunca apaçık görülebilen bir gerçeğe dayandığını vurgulamış oluyor.

Yeme, içme, barınma ve giyinme. İsteyen bunların alt başlıkları sayılabilecek ayrıntıları da ekleyebilir. Sonuç olarak, bunların araçlarını bir yerlerde bulamayan, öyle bir defalığına ya da ara sıra bulmanın ötesinde sürekli olarak üretip kullanamayan insan, bireysel ve toplumsal olarak yaşamaya devam edemez. Aslında, bu “basit gerçeği” değişik biçimlerde dile getiren birçok deyişi, özlü sözü, anlatıyı hemen hemen bütün dünya dillerinde bulmak da mümkündür.

Her zaman, her gün yaşadıklarımızdan, bize yaşatılanlardan değişik biçim ve ölçülerde etkilenmekte olduğumuza göre, Engels’in konuşmasından esinlenip onu biraz değiştirerek, şöyle de anlatabiliriz: Aç olan açıkta olan, başını sokacak damı, ayağını kardan buzdan yağmurdan çamurdan kesecek pabucu, sırtına geçirecek giysisi bulunmayan insan, ister Kürt ister Türk, o yoksunluklarından kurtulamadıkça, ne kadar kardeşlik nutukları dinlerse dinlesin, ne kadar kardeşlik sözleri ederse etsin, isterse bunların sahteleri değil en has olanları kulaklarında ve dillerinde olsun, bırakalım yüksek düşünceleri, umutları, özlemleri, en ilkel bir hayatı bile sürdüremez.

Ne yiyip içeceğini, ne giyeceğini, nerede nasıl barınacağını bilemeden yaşamaya çabalayan insanın Türk ya da Kürt olması ne fark eder? Fark Kürtlükte ya da Türklükte değil, yoksulluk ile varsıllık, emekçi olmak ile patron olmak arasındadır. Hiçbir temel ihtiyacını karşılama güvencesi bulunmayan, yok yoksul insanın Türk mü Kürt mü olduğu ne fark eder? O yoksulların sayıları bu hızla, bu kadar umarsızca artıp durdukça, acemisiyle ustasıyla hiçbir plan, oyun, kurgu, hiçbiri, şairin deyişiyle “ejderha olsa”, kâr etmeyecektir.

Bir zamanlar büyük Nâzım’ı dillerine dolamış, “dört nala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim” falan filan deyip durmuşlardı. Şimdi de Ahmed Arif ustamızı, adını bile anmadan, kürsülerden yarım ağız okumaya kalkmalar neye yarar, kimi kandırır yahut inandırır? O Ahmed Arif ki, kuşaklar boyunca, hangi şiirini ezberden okumaya kalksak yalnız başımıza sürdürememiş ya da bir okuyan olursa daha ikinci dizesindeyken katılmadan dinleyememiş, hep aynı “neden bu kadar az yazmış” hayıflanmasını dillendirmeden edememişizdir…

Doğdun,

Üç gün aç tuttuk

Üç gün meme vermedik sana

Adiloş Bebem,

Hasta düşmeyesin diye,

Töremiz böyle diye,

Saldır şimdi memeye,

Saldır da büyü…

Bunlar,

Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar,

Aşımıza, ekmeğimize

Göz koyanlardır,

Tanı bunları,

Tanı da büyü…

Bu namustur

Künyemize kazılmış,

Bu da sabır,

Ağulardan süzülmüş,

Sarıl bunlara,

Sarıl da büyü…

Şairlerimizi de halkımızı da kimseye bırakmayız. Hep birlikte kuracağımız gelecek bizimdir. Bugünden bakınca cehenneme benzese bile… Benzemekle kalmasa, düpedüz öyle olsa bile…

Dağlarının, dağlarının  ardı,

Nasıl anlatsam…

Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.

Çırılçıplak,

Vay kurban…

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”

Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile

Fedayı kabul etmektir,

Cennet yapabilmek için seni,

Yoksul ve namuslu halka.

Bu’dur ol hikâyet,

Ol kara sevda.

Nasılsa güzelliklerin doruğuna yükselmiş bir vatan için özveride bulunmak değildir sorun. Öylesi çok kolay olurdu. Daha o mertebenin çok uzağında olan bir ülkeyi yoksul ve namuslu halkın vatanı yapabilmek için nelerden vazgeçebildiğimizle tanımlanır şaire göre erdemlerin en yücesi olan “yiğitlik”. Bunun adı ulaşılamayan sevda ise, olsun varsın. Ama şimdilik. Mutlaka ulaşacağımızı biliyoruz çünkü.