Başka bir seçeneği yaratmak tam da Diyanet İşleri Başkanı’nın söylediği gibi, 'inanç ticarete, siyasete, adalete yansımasın' diye ayağa kalkmayı gerektiriyor. 

Vals, dua, laiklik

Diyanet İşleri Başkanı, 30 Ağustos’ta Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlıkları’nı tek bir merkezde birleştirecek olan Pentagonvari Ay Yıldız Yerleşkesi’nin temel atma töreninde Cumhurbaşkanı ile birlikte dua etti. 

Aynı gün “Külliye”de yapılan 30 Ağustos törenlerinde protokol sırasının gayri resmi bir şekilde değiştirildiği görüldü ve Diyanet İşleri Başkanı protokolde 52. sıradan 12. sıraya yükselerek Genelkurmay Başkanı’nın ve Kuvvet Komutanları’nın önüne geçti. (Aynı Törende AKP Grup Başkanvekili de önceki yıllardan farklı olarak Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkanlarından önce Cumhurbaşkanı’nı tebrik etti. Yani bir parti görevlisi de protokolde yargının önüne geçmiş oldu.)

Diyanet İşleri Başkanı, 31 Ağustos’ta kendi alanına giren bir açılışa katılarak Bursa İl Müftülüğü’nün yeni binasının kurdelesini kestikten sonra, 1 Eylül’de Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademi Merkezi’nin açılışında ve ardından da akademi öğrencilerinin mezuniyet töreninde yine Cumhurbaşkanı ile birlikte dua etti. 

Bu dualı açılış törenleri pek gündem olmadı ama bu sene Yargıtay’ın yeni binasının açılış törenine denk getirilen yeni adli yıl açılış töreninde bir ilk olarak Diyanet İşleri Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Yargıtay Başkanı’nın kürsüden dua etmeleri bir hayli konuşuldu. 

Geçtiğimiz yıllarda “Külliye”de yapılan ve hem kuvvetler ayrılığının hem de yargı bağımsızlığının sonunun sembolü olan adli yıl açılış törenlerine, bu sene bir de dini bir motif eklendi ve bağımsızlığını yitirmesinin ardından, devletin bütün kurumlarının olduğu gibi yargının da dinselleşmesi sembolik olarak tescillenmiş oldu. 

Peki Yargıtay’ın yeni binasının açılış kurdelesini kesenlerden ve Diyanet İşleri Başkanı’nın duasına iştirak edenlerden biri kimdi? CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, o kurdeleyi keserek ve hem yargı bağımsızlığının hem laikliğin ruhuna okunan dualara “âmin” diyerek, “rejim değişikliğinin şahitliğini yapma” görevini devam ettirmiş oldu. 

Kılıçdaroğlu’nun törendeki varlığı, düzen muhalefetinin yargı bağımsızlığı ya da Diyanet İşleri Başkanı üzerinden yapabileceği sınırlı muhalefeti de sıfırlamış oldu, diğer partiler zaten görmezdi ama CHP’nin hemen her konuda açıklama yapan vitrin yüzlerinden bir tanesi bile çıkıp olan biteni eleştiremedi. Eleştiride bulunanlar ise Kılıçdaroğlu orada değilmiş, törene katılmamış gibi yapmayı tercih etti. 

Aynı günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi de 30 Ağustos’u kutlamak için bir tören düzenlemiş, törene Ekrem İmamoğlu’nun davetlisi olarak Meral Akşener de katılmıştı. Törenle ilgili esas konuşulan şey ise bu katılım değil, sergilenen vals gösterisi oldu. Aslında söz konusu olan sadece vals gösterisi değildi, zeybek de sahnelenmişti ama valsin “üzerine atlandı.” Atlayan ise iktidar değil muhalefet, tam adını vermek gerekirse DEVA Partisi ve Babacan’dı. 

Babacan 5 Eylül günü partisinin Avcılar İlçe Başkanlığı’nın açılış töreninde yaptığı konuşmada doğrudan “vals”ten söz etmese de “neredeyse her milli bayramımızda Türkiye’nin dindar insanları adeta bir sınava çekiliyor, gözümüzden kaçmıyor. Millî günlerimiz üzerinden bu ülkenin dindar vatandaşlarına göndermeler yapılmasına izin vermeyiz. Bu zihniyete pabuç bırakmayız” dedi.

Devamında ise doğrudan muhafazakâr seçmene seslenerek “senelerce mücadele ederek kazandığımız hakların hepsinin teminatı biziz” dedi. 

Diyanet İşleri Başkanı’nın protokolde en ön sıralara yükselip adli yıl açılışının dualarla yapıldığı günlerde hala daha din üzerinden mağduriyet edebiyatı yapabilmeyi iktidar partisi dışında bir de düne kadar iktidarda olup şimdi muhalefete yerleşenler becerebilirdi ki Babacan da tam olarak öyle yaptı zaten. 

Türkiye’de ulusal gün ve bayramlar uzun yıllardır bilinçli bir şekilde itibarsızlaştırılıyorken, önemsizleştiriliyorken, içeriksizleştiriliyorken, yerlerine yeni rejimin doğasına uygun törenler, ritüeller ikame ediliyorken, milli bayramlarda “Türkiye’nin dindar insanları” nasıl bir sınava çekiliyor olabilir ya da onlara nasıl bir gönderme yapılıyor olabilirdi peki? 

Babacan’ı tetikleyen şey İstanbul Belediyesi’nin 30 Ağustos törenlerindeki kısacık ve nostaljik vals gösterisiydi elbette. Vals, adeta Babacan’ın içindeki İslamcıyı açığa çıkartmış ve ona bu cümleleri kurdurmuştu. Bu şaşırtıcı değildi; çünkü Türkiye İslamcılığının söyleminde erken Cumhuriyet döneminin baloları ve kadınlı erkekli icra edilen kamusal bütün etkinlikler dinsizliğin bir sembolü olarak görülmüş ve Necip Fazıl’lar, Said Nursi’ler, Kadir Mısıroğlu’lar aracılığıyla kuşaktan kuşağa böyle aktarılmıştı. 

Bu aktarımın bir sonucu olarak, örneğin Erdoğan da 2015 yılında ve Cumhuriyet Bayramı’ndan bir gün önce yaptığı bir konuşmada, o döneme işaret ederek “bir yanda fraklı, valsli, şampanyalı Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılırken, kapının hemen dışında, ayağına giyecek ayakkabı, sırtına ceket bulamayan, yarı aç-yarı tok hayatını sürdürmeye çalışan bir millet, şaşkınlıkla bu manzarayı seyretmektedir” demişti. 

Peki buradaki temel mesele, Babacan’ın bilinçaltının açığa çıkmasına ya da DEVA’nın iktidar partisinin tabanına oynama taktiğine indirgenebilir mi, mesele bu kadar basit olabilir mi?  

Bu sorunun yanıtı “hayır” elbette. Ülkede günlerdir Diyanet İşleri Başkanı’nın bilinçli bir şekilde devlet mimarisinin merkezine doğru taşınması, adli yıl açılışının kürsüden edilen dualarla yapılması, buna cumhuriyeti kuran partinin genel başkanının iştirak etmesi değil de, belediye kutlamalarındaki on-on beş dakikalık vals gösterisinin konuşuluyor olması düşünüldüğünde meselenin bu kadar basit olmadığı görülebiliyor. 

Ortada AKP-sonrasına dair bir tasarım var. Bu tasarımın merkezinde batıcı bir milliyetçiliğin AKP-sonrası Türkiye’nin kurucu ideolojisi olması planları bulunuyorsa, hemen çeperinde de kuruluş dönemi AKP’sinin “ılımlı” İslamcılığının yer alması planları bulunuyor. “Devr-i sabık yaratmamak” ana hedefi oluşturduğu gibi, yapılacak restorasyonun temeline de mevcut rejimin “aşırı” yanlarını törpüleyen ve böylece ilk dönem AKP’sinin ruhunu yeniden diriltecek bir anlayış yerleştirilmek isteniyor. Batıcı milliyetçilikle ılımlı İslam’ın sentezine bir de piyasacılığın ekleneceği ve “yeni dönem”de düzenin bu sacayağı üzerine yerleştirilmesine çalışılacağı şimdiden görülebiliyor.

Peki ya iktidar? İktidar gündemi değiştirmek ya da din üzerinden bir kutuplaşma yaratmak için mi yapıyor tüm bunları? Bu sorunun yanıtı da net bir şekilde hayır. İktidar seçim yasasına ilişkin son tartışmaların da gösterdiği üzere “seçimle gitmeme konsepti”ne uygun adımlar atmaya devam ediyor ve rejim inşasının yeni bir aşamasına geçmeye hazırlanıyor. Türkiye en geç 2023’te gerçekleşecek bir hesaplaşmaya doğru giderken,  bunun “serbest” denilebilecek bir seçim üzerinden yapılmayacağını söylemek için ise kâhin olmak gerekmiyor. 

Peki tüm bu olan bitene müdahale edilebilir mi? Sağcılığın ve İslamcılığın farklı versiyonları arasında tercih yapmanın dışında başka bir seçenek yok mu? 

Bu soruların yanıtını bulmak için İmam-Hatipliler Derneği Önder’in 5 Eylül’de yaptığı 18. İmam-Hatipliler Kurultayı’na gitmemiz gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın burada yaptığı konuşmada kurduğu “inanç sokakta olmasın, insanın içinde olsun, insanla Allah arasında olsun, evine, ticaretine, siyasetine, adaletine, yargısına yansımasın diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar” minvalindeki cümle sorularımızın yanıtını veriyor. 

Başka bir seçeneği yaratmak tam da Diyanet İşleri Başkanı’nın söylediği gibi, “inanç ticarete, siyasete, adalete yansımasın” diye ayağa kalkmayı gerektiriyor.