Bin yıldır çeviriyoruz, softalar bin yıldır karşı çıkıyor. Soluksuz bir ilericilik-gericilik kavgasıdır.

Vahiyden sonra

Tarihimizin, bunu Cumhuriyetle sınırlı bir biçimde kullanıyorum, ilk Kuran çevirisini Mustafa Kemal’e borçluyuz. Ondan önce bazı kişisel girişimler var. 1924’te Cemil Said Bey’in yaptığı Latin harfli ilk Türkçe Kuran ile 1934'te yayımlanan “Tanrı Buyruğu” bunlar arasında. Mustafa Kemal’in işaretiyle yapılanı ise “Hak Dini Kuran Dili” adını taşıyor. Daha çok bir dil çalışmasıdır, müellifi Elmalılı Hamdi’dir. 

Bütün Cumhuriyet hikayelerinde olduğu gibi Hürriyet’in ilanına dayanan bir tarihi var Elmalılı’nın. Meşrutiyetçi, haliyle İttihatçı. Despot Abdülhamid’in tahttan alaşağı edilmesine yol veren fetvada katkısı var. II. Meşrutiyet’in ilk meclisine Antalya mebusu olarak girmiş. Sonra Damat Ferit hükümetlerinde “Evkaf Nâzırı” olarak görev yapmış. Bu görevi nedeniyle Osmanlıda ödüllendirilmiş. Cumhuriyet ilan edilince İstiklal Mahkemesi’nin yolu gösterilmiş. Eski düzenlerin kahramanları yeni düzenlerin hainleridir. Kırk gün tutuklu kalmış, salınmış. Hem gerici hem ilerici yanları olan, gelgitli, tuhaf bir karakterdir. 

Galiba Cumhuriyet dönemindeki son cezası Kuran’ı Türkçeye çevirmekle görevlendirilmek oldu. Mustafa Kemal, Cumhuriyetle oluşturmaya çalıştığı yeni halkın dini kaynakları okuyup anlaması gerektiğine inanıyordu. Kuran çevirisi için Mehmet  Akif’i, Buhari hadis kitabı için Babanzade Ahmed Naim’i, Kuran meali için de Elmalılı’yı görevlendirdi. Bir tür kürek cezasıdır!

Ancak İslami tonu yüksek bir Cumhuriyet uman Akif büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. O haleti ruhiye içinde her şeyi geride bırakıp Mısır’a kaçtı. Böylece Kuran’ın çevirisi işi de Elmalılı’ya kaldı. Halbuki Elmalılı Kuran’ın Türkçeye çevrilebileceğine inanmıyordu. Çok netti bu konuda. Tefsirinin önsözü “Kuran Arapçadır” diye başlıyordu. “Çevirisi asla Kuran hükmünde sayılmaz” diye devam ediyordu.

Çevirdi, çevirisi hâlâ dolaşımda olmakla birlikte, inanç açısından “hükümsüz” bir çalışmadır. Biz ise gerektikçe bakıyoruz, Cumhuriyet için kederlenerek okuyoruz. Galiba hâlâ en “efradını cami, ağyarını mâni” Kuran çeviri çalışmasıdır. 

Kuran Arapçadır, çevirileri Kuran sayılmaz, hükümsüzdür. Güzel, bu durumda içindekilerinin de “Araplar anlasın, Araplar inansın” diye yazıldığını kabul etmemiz gerek. Kuran Arapçaysa, vazettiği inanç da -son tahlilde- Araplarındır!

***

Tabii çeviri girişimleri Cumhuriyetle sınırlı değil. Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşında, İngiltere’de John Rylands kütüphanesinde korunuyor. Türkçeden kasıt Karahanlı Türkçesi. Bu versiyonu Latin harfleri ile Türkiye’de de yayımlanmış. 

1333 tarihli Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerine çevrilmiş olanı İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka çeviri ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonunda. 16. yüzyılda Özbek Çağatay Türkçesiyle çevrilmiş olan versiyonunun Topkapı Sarayı’nda bulunduğu kayıtlı. 

Osmanlı Türkçesine ilk kez “sofu” Bayezid döneminde çevrilmiş. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli eser, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisi. Son olarak Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1841 yılında bir Türkçe Kuran bastırıp dağıtmış. Kuran çevirilerinin Elmalılı’ya kadar olan tarihinin özetidir. 

Bin yıldır çeviriyoruz, softalar bin yıldır karşı çıkıyor. Soluksuz bir ilericilik-gericilik kavgasıdır.

***

Haliyle adından başlayarak her şeyi tartışmalı devasa bir yığın ile karşı karşıyayız demek bu. Sadece çevirisi değil, Arapçası da tartışmalı. “Kuran” sözünden başlayalım; gerçekte bu sözün ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Teknik tabirle “İslam alimleri bu kelimenin telaffuz, menşe ve manasında müttefik değiller”dir. Bir görüşe göre “Tanrının kitabı”nın adıdır, herhangi bir kökten türememiştir. Başka bir görüşe göre kökü vardır ama o onun da anlamı kökün “hemzeli” ve “hemzesiz” olması durumuna göre değişmektedir. “Okumak, bildirmek” veya “toplamak, biriktirmek” anlamlarına gelebilir duruma göre. Gelmeyebilir de. Bildiğimiz şey Peygamber zamanında “ezberden okumak” anlamında kullanıldığıdır. “Dudakları mırıldanır gibi hareket ettirerek ezberleme”, esası budur. 

Zaten “Kuran” sözü Kuran’da yoktur. Çünkü içeriğini oluşturan vahiyler Peygamberin ölümünden sonra toplanıp bir araya getirilmiştir. Şurası önemli ki bu vahiyler de sonuç itibariyle Arapçaya “çevirilmişler”dir. Zira öğretiye göre “vahiy”in dili yoktur! Yani Arapça Kuran, bir tür ilk çeviridir! 

Bu ilk tercümenin dili Mekkelilerin kullandığı Hicaz lehçesi olmalıdır. Hicaz lehçesi, edebi Arapçadan farklı olarak kuralları tam olarak bilinmeyen bir halk diliydi. Demek ki zaman içinde vahyin dili de dönüştü. Haliyle Kuran’ın eski kısımları ile yeni kısımları arasında üslup farkları vardır. Doğaldır. 

Buna bir de “toplama safhasının” etkilerini katmamız gerek. Peygamber ölüp vahyin kaynağı kuruyunca ezberdekileri toplayıp kayda geçirme ihtiyacı hasıl oldu. Fakat ezbercilerin çoğu “yalancı peygamber” Musaylima’ya karşı savaşlarda ölmüş, geride birbiriyle bağlantısız ezber kırıntıları kalmıştı.

Bildiğimiz “toplama” tarihi şu; Halife Bekir başlattı, Halife Ömer devam ettirdi, Halife Osman tamamladı. Ama Osman’ın zamanında bile hâlâ çok farklı kitaplar dolaşımdaydı. Ubay’ınki Şam’da, Mikdad’ınki Humus’da, Mesud’unki Küfe’de, Aşari’ninki Basra’da kabul görmüştü. Bunun çok büyük çatışma potansiyeli taşıdığını fark eden Halife Osman tartışmaları sonlandırmak üzere işe el attı. Olayların tanığı ilk Müslümanlardan Zeyd’i var olanlardan yeni bir kitap oluşturmakla görevlendirdi. Çalışma tamamlanıp Osman’ın kitabı ortaya çıkınca diğer kitaplar yavaş yavaş ortadan kayboldu. Bugünkü kitabın kaynağı Osman’ın Zeyd’e hazırlattığı kitaptır. Demek ki elimizdeki esasında büyük ölçüde devlet eliyle şekillendirilmiştir. 

Diğer kitapların kaybolmasının hikayesine gelince, devletin kitabı ortaya çıkınca elinde başka türlü kitap olanlardan bunları yakması istendi. İsteği sadece Mesud reddetti. Mesud, kendisindeki kitabın doğru kitap olduğuna inanıyordu. Fihristi ile ilgili kayıtlar var, bütünüyle farklı bir kitaptır.

*** 

Söylentilerin arasında el yordamıyla ilerliyoruz. Öyle bir hal ki Halife Osman’ın son şeklini verdiği nüshanın orijinali kayıptır. Yani Diyanet’in “ancak orijinalinin okunması caizdir” dediği kitabın orijinaline sahip değiliz. İmkânsız bir yoldur…

***

Madem “Kuran dili”ni tartışıyoruz, Osman’ın “vahiy kâtibi” Zeyd’i anmamak olmaz. Kendi anlatımına göre Peygamber bir gün çağırmış, “Bana yazılar geliyor. Ben istemiyorum ki herkes onları bilsin. O yüzden sen gel de Tevrat dili olan İbraniceyi ve İncil dili olan Süryaniceyi öğren” demiş. Teklifini kabul etmiş, öğrenmeye koyulmuş. 17 gün sonra öğrenmiş!

Abartma eskilerin hikâye tarzıdır, bunu, adı geçen dilleri zaten bildiğine yorabiliriz. Demek ki elimizde İbranice ve Süryanice’ye vakıf, haliyle Tevrat ve İncil’i de bilen bir uzmanımız var. Zeyd, Yahudi kökenliydi, anadili İbrancaydı. Ayrıca çok sık inanç değiştiriyordu, pek çok dine girip çıkmıştı. İslam sonuncu durağıdır. 

Uzmanımıza, kendi deyişiyle “Muhammed’in yapmadığı bir işi” yüklediler. Kabul etmek istemedi. Halife Ebubekir, Zeyd’den oluru alınca işin nasıl yapılacağını şöyle tarif etti: “Doğruca caminin (mescit olmalı) karşısına gidin, kim yanındaki ayetler için iki şahit gösterirse siz de onu kabul edip yazın.” Öyle yaptı, tartıştığımız budur. 

Halife Osman diğer kitapları yaktırdığı için hiç sevilmedi. Müslümanlar ilk fırsatta onu sakalından sürükleyerek acımasız bir biçimde öldürdü. Ölüsünü ibreti alem olsun diye Yahudilere ait bir çöplüğe attılar. Araya Ali girdi, yalvar yakar gömülmesine razı oldular. “Kuran dili”nin arkasındaki iktidar mücadelesidir…

***

Sonuna yaklaşıyoruz. İnanmak işleri kolaylaştırır. Bir hadise göre “İbrahim’in suhufu” Ramazan ayının ilk gecesinde, Tevrat bu ayın altısında, İncil on üçünde, Kuran ise yirmi dördünde indi. Kuran bir anda inmediğine göre bunu “inmeye başladı” diye düzeltebiliriz. Bu kadar kesindir. 

Bilmeye çalışmak ise işleri içinden çıkılmaz hale dönüştürür. Bilgi tekinsizdir. Dediği şu: Tevrat’ın yazılması ile “inmesi” arasında geçen süre 700 yıl. İncil, İsa’dan 325 yıl sonra bir komisyon eliyle kitap haline getirildi. O komisyon marifetiyle kitapların pek çoğu dışarıda (apokrif İnciller) bırakılmıştır. Kuran’a kaynaklık eden “orijinal” hali son vahiyden 50 yıl sonra yazıya geçirildi. Kaynak olarak kabul edilen tanıkların çoğu Peygamberin ölümünden sonra doğmuştu. 

Düzenin vahiy katipleri “Arapçasını okumazsınız Müslüman olamazsınız” buyurdu birkaç gün önce. Buyruğun gerçeklikle hiçbir bağlantısı yoktur. Arapçaya inanmak, yeni dinin yeni şartıdır.