Bu AKP’nin izinden gitme, onun yapıp söylediğini ondan daha fazla yapıp söyleme işi çok önce başlamıştı.

Üzüm üzüme nasıl bakar?

Nasıl baktığını kim bilecek, önemli olan, baka baka kararmasıdır. Büyüklerimiz öyle demişler. Gerçi büyüklerimizin her yaptıkları, o arada atasözü olarak sınıflandırılan ve zaman zaman olağanüstü bilgelikle dillendirildiğini teslim etmemiz gereken sözleri de bütün düşünce ve eylemlerimizin kılavuzu durumundaki dünya görüşünün sınamasından geçirilmek zorundadır. Böyle bir sınamadan geçirilmediğinde, kültür mirası, emekçiler arasında yaygınlaşarak onları çok etkileyen bileşenleri de içinde olmak üzere, gericiliğin değirmenine su taşıyabilir.

Böyle başladım; çünkü bu tür dayanaksız halkımız şöyledir böyledir güzellemelerinin, yapanlar farkına bile varmadan, o değirmene su taşıyıverdiği çok görülmüştür.

Aslında, halkımızın bilgeliğinin yardımıyla bir biçimde söze başlayıp son zamanlarda çok fazla gözüme ve kulağıma batan bir duruma değinmek niyetindeydim. Vazgeçmiş değilim. Devam ediyorum.

O durumu anlatmak bakımından bu atasözü uygun görünüyor. Ancak, aynı kapıya çıkan başka sözler de var. Örneğin, “İsin yanına varan is, misin yanına varan mis kokar” demişler. Benim bu yazıyı yazarken yararlandığım Ömer Asım Aksoy sözlüğünde bu maddede, parantez içinde, “Kargayla gezen boka konar.” biçiminde bir not düşülmüş ki, bence, her ikisi de birazdan değineceğimiz durumu iyi anlatıyor.

Ancak, benzer sözler az değil. Örnek olsun, çok bilinen, “Körle yatan şaşı kalkar” deyişini hatırlayabiliriz. Bundan çok daha az bilinen “Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan” ya da onun kadar az bilinen “Topalla gezen, aksamak öğrenir” sözlerini de belirtmiş olalım.

Bu atalarımız ya da büyüklerimiz muhabbetini kapatmadan önce bir değinmeye daha izin verilir umarım. Şu atalar sözünü kaçınız duymuş olabilirsiniz, yazıya başlarken ben bilmiyordum, itiraf ediyorum: “Benzeye benzeye yaz, benzeye benzeye  kış olur.” Bana sorulursa, olağanüstü demek zorundayım. Sözlükte şöyle bir anlam açıklaması var: “Günler birbirinden çok farklı olmadığı halde, hava yavaş yavaş ısınarak yaz, aynı biçimde yavaş yavaş soğuyarak kış gelir. Bu durum toplumun gelişmesinde ve gerilemesinde de görünür.” Bu sözdeki olağanüstülük, iklim değişikliği benzeri nesnel gerçeklikler ve onları ortaya koyan bilimsel saptamalar ile sınırlandırılıyor elbette. Yine de şaşırtıcı bir doğruluğu ve güzelliği var.

Epeyce uzattık ama, sözü getireceğimiz yer şurası: 

Çok uzun süredir iktidardaki partinin belirgin, bir o kadar da gülünç görünen özelliklerinden biri, liderin, bu sözcük pek uygun düşmüyor, daha uygunu ve kendilerinin de daha hoşlanacakları sözcükle, reisin sözünden çıkmamaları, daha da şaşırtıcı olanı, bunu her durumda vurgulamadan konuşamamaları. En basiti de olsa herhangi bir konuda yapılan bir iş mi anlatılacak, söze şöyle başlanıyor: “Sayın cumhurbaşkanımızın emir ve talimatlarıyla…” Onlarla hareket edilip iş başarılmış oluyor. En küçüğünden en büyüğüne kadar her iş böyle oluyor. Bir tür besmele bu. Her söze başlarken mutlaka söylenecek; sözcükler söyleyenin yaratıcılığına, belki biraz da cesaretine bağlı olarak, bir parça değiştirilebilir; ama besmele çekilmeden konuşmaya, açıklamaya, bilgi vermeye, her neyse, başlanamaz. Şu kadarını da yaptılar mı, farkında değilim, yapmadılarsa, yakındır, yaparlar: “Sayın cumhurbaşkanımızın öğüt ve tavsiyelerini hiç aklından çıkarmayan sporcumuz falanca, yılmadan çalıştı ve Allah’ın izniyle madalyayı kazandı.” 

Son zamanlarda, ne kadar zamandır, herhalde aylarla anlatılabilir, aynı alışkanlık “ana muhalefet partisi” yetkililerinde de ortaya çıktı. Aynı demekte sakınca yok; çünkü, tek fark baştaki unvanda oluyor. Cumhurbaşkanımız yerine genel başkanımız diyorlar. “Genel başkanımızın talimatıyla sel bölgesine giden milletvekillerimiz halkın sorunlarını dinlediler.” Ormanlar yanar, yine parti yöneticileri, milletvekilleri, belediye başkanları oralara yönelirler. Değişmeyen bellidir: Genel başkanları talimat vermiştir. Abarttığımı sanmıyorum; biraz dikkatli izleyenler fark etmiştir.

Bu AKP’nin izinden gitme, onun yapıp söylediğini ondan daha fazla yapıp söyleme işi çok önce başlamıştı. Ne zaman başladığı bir yana, söylemlerdeki dinselleşmenin ilk adımlarının bir yandan “kul hakkı”nın ardına düşmekle, bir yandan Allah adını dillerinden eksik etmemekle atıldığı söylenebilir. Bu ikincisiyle ilgili bir öykücüğü birkaç yıl önce yazdığımı hatırlıyorum. Yinelemekte bir sakınca yok. Dillerini dinselleştirmekte kendi kurucu babalarına bile aldırış etmediklerini gösteren bir olaydır.

İnönü’nün 27 Mayıs’tan sonraki seçimlerin ardından kurulan koalisyon hükümetlerindeki başbakanlığı sırasındaydı galiba. Tanığı ise oradaki gazeteciler arasında bulunan bir arkadaşım. Muhabirler başbakanlıktan çıkışında İnönü’nün çevresini sarmışlar. Yerli yersiz bir yığın soruyla sıkıştırıyorlar. Sağcı gazetelerin birinden bir muhabir soruyor: “Paşam, sizin için Allah’ın adını hiç ağzına almaz diyorlar. Ne diyeceksiniz?” İnönü şöyle bir duraklıyor ve “Hadi Alasmaladık!” diyerek dönüp gidiyor.

Artık genel başkanlarının talimatlarıyla ve Allah’ın izniyle yollara düşüp halkımızın dertlerine derman bulmanın peşindeler.
Bizdeki düzen politikacılarının uydurup, kayıkçı kavgasının sert görünümlere büründüğü dönemler dışında, sıkça kullandıkları bir tür özdeyiş vardır: Politika memlekete hizmet etme yarışıdır, derler. Bunun söyleyenler açısından yanıltmaca, dinleyip inananlar açısından yanılsama olduğunu bir kenara yazıp devam edersek, şöyle bir saptamaya ulaşabiliriz: Hemen her alandaki yarışmalarda hep aynı tarafın kazanması belirgin bir eğilime dönüştüğünde, öteki yarışmacılar da onun yaptıklarını örnek alma, onun gibi olma, ona benzeme eğilimi gösterirler.

Kısacası, önlerine kutsal sandığın konmasını dört gözle bekledikleri rivayet edilen ülkemiz seçmenlerine iki sözümona seçenek sunulması, hem yüksek hem tehlikeli bir olasılık durumunda: Bir yanda, her Cuma namazını eda ettikten sonra önemli açıklamalar yapmayı adet haline getirmiş cumhurbaşkanı ile her türlü iş için onun emir ve talimatlarını bekleyen adamları, öbür yanda yanlış yapanları “Allah aşkına” doğruya çağırarak “kul hakkı” peşinde koşan genel başkan ile adım atmak için onun talimatlarını bekleyen adamları… Halkımıza reva mıdır?

Buraya kadar yazılanları “kıssa” olarak kabul edersek, bir de “hisse” çıkarabiliriz. Çıkarmayı deneyelim ve hisse niyetine bu kez uzak geçmişten bir “kıssa” anlatalım.

Halk arasında, daha doğrusu, halkın tarihe meraklı kesimi arasında yaygınlaşmış bir rivayettir. Aslı var mıdır, bilmem. Ben ilk kez babamdan dinlemiştim, ilkokul çağlarında falandım herhalde. Onun biçemiyle aktarıyorum.

Efendim, yıllardan 1402. Osmanlı’nın padişahı Yıldırım Beyazıt ile doğudan gelip sokulan Timurlenk’in orduları, bizim şimdiki Ankara’nın yakınında, Çubuk civarında karşılaşmışlar. Bir taraftaki Yıldırım’ın bir gözü görmezmiş. Öbür tarafta ise, ismiyle müsemma, Timurlenk var. Halk ağzına böyle geçmiş, lakin esası “leng” kelimesidir; Farısi’de “aksak, topal” manasındadır. Neyse, uzatmayalım, ordular karşı karşıya gelince, mübalağa cenk olunmuş. Sonunda Yıldırım esir düşüp Timur’un çadırına getirilmiş. Muzaffer kumandan esirine bakmış bakmış ve avuçlarını açarak ellerini göğe doğru kaldırıp söylenmiş: “Ya Rabbim,” demiş, “Dünya bir körle bir topala mı kaldı?”

Bunlardan tek bir hisse mi çıkar? Bence daha fazlası. Onlardan birini daha yazalım ki, anlaması gerekenler anlasın.
Tarihi yazıp sevdiren ustalar kenara çekilir de meydan heveskârlara kalırsa, olacağı budur.