'Her şeyin uzmanı olmanın dayanılmaz yorgunluğu bu. Korkunç bir enerji kaybı. Yaşam sevincinizin soğrulması. Yaşamın onca yükü, telaşı içinde en ağırı güven kaybı. Peki ben mi denetleyeceğim bir yurttaş olarak?'

Uzman

2011 yılı İsveç-Danimarka yapımı İskandinav polisiyesi Bron/Broen izledim. İzlemiştim diye biliyordum. Belki de izledim çünkü birkaç versiyonu çekilmiş dizi başarılı olunca. Tuhaf bir adet edinmiş beynim. Odaklanıyor, tüketiyor ve unutuyor. Neyse ki kötüye yormuyorum bu durumu; aynı anda pek ama pek çok şey düşünmenin sonucu olarak gereksizleri çöp sepetinden boşaltıyor hafızam diye üzerinde durmuyorum şimdilik. Ama Bron/Broen’u izlemiş olsaydım iletişim anlamında uzaylı diye düşündüğüm Saga Noren karakterini asla unutmazdım. 4 sezonluk dizi, karakter derinliği, nordik donukluğu, insanın içine işleyen soğuk, Kopenhak ve Malmö şehir manzaraları eşliğinde aşki hazlar vadediyor. 

Hakikaten iyi polisiyeyi; kitapları, dizileri hele hele İskandinav polisiye dizilerini seviyorum. Kısacası, sonbahar ortasında, kışa hazırlanırken şahane bir polisiye dizi keyfi yaşattı bana Broen/Bron ama yanısıra gelişmiş kapitalist ülkelerdeki–değil mi kapitalizmin başarılı örnekleri arasında gösterilir pek çok açıdan-eşitsizliği, yoksulluğu, kayıtsızlığı, suçu, suçun toplumsal kökenlerini işaret etmesi açısından da gönülçelici; bir toplumsal laboratuvar.

Gelişen, olaylar karşısında evrilen, durumlara verdikleri insani tepkilerle şekillenen dizi karakterleri türün iyi örneği olarak çakılı kalacak bu kez zannederim hafızamda. Olaylar, neden-sonuç ilişkisine bağlanan cinayetler, eşitsizliklerden kaynaklanan öfke, bireysel öfkenin örgütlülüğe akamadığı noktada suça yönelmesi, yalnızlık, güven yitiminden kaynaklı kırılganlık, analitik bir zemin sunuyor anlamak ve yorumlamak için. 

Bunları yazarken sahte içkiden ölenlerin sayısının 58’e çıktığını öğreniyorum. "Ölenler" ibaresinin ise yanlış olduğunu söylemeliyim. Doğal yollarla ölen insanlardan söz etmiyoruz çünkü. İzlediğim polisiyenin henüz buharı üzerindeyken bunların bir "Sahte İçki Cinayetleri" dosyası içinde incelenmesi gerektiğini belirtmeden geçmeyeceğim. Korkunç. Bir katliamdan, belki seri cinayetten, belki nefret suçlarının eşlik ettiği cinayetler silsilesinden söz etmek gerek.

Katliam şu demek sonuç olarak: Kendini savunma olanağı olmayan çok sayıda insanın öldürülmesi. Diğeri, seri cinayet: 58 kurbanın olduğu seri cinayetler tarihe geçer neredeyse. Öteki ise nefret suçunun eşlik ettiği: İçkiye ve içki kullanmaya yönelik mevcut muktedirlerin bakışı ve kullanılan ötekileştirici dil. Nefret suçuna zemin hazırlamaya yönelik değilse ne? Şu yazıyı okuyun:

Ek olarak "Sahte İçki Cinayetleri"nde ölenler için bir tuhaf sessizlik var. Yasak olan bir şeyi yapmışlar gibi sanki arkalarından fısıltıyla konuşuluyormuş hissine kapılıyorum. İçki düşkünlüğü bir zayıflık ve İslamca günah olarak kodlandığından, adeta bu "hastalıklı", "düşkün", "heveslerinin esiri", "günahkâr" ve elbette "fakir" kulların ölümü sessizlikle geçiştiriliyor. 

Bilmem bana mı böyle geliyor? Yoksa izlediğim polisiyenin etkisine fazla mı kapıldım? Bu kadar canlar alan metil alkolün piyasada etil alkolün yerine satılması nasıl bir karanlık odaklar çetesinin işidir? Bu katliamcı çete ortaya çıkarılmamalı mıdır? Öldürülen insanların bile isteye metil alkolle intihar etmeyeceğini varsayıyorsak eğer, bu işte kim ya da kimler suçludur? Bu yolları döşeyenler kimlerdir? Azmettiricilerin hiç mi günahı yoktur? Hadi diyelim metil alkolü bile isteye aldı bu kişiler, o zaman da elimizde bir toplu intihar vakası vardır ki bunun da toplumsal bir intihar salgını olduğunu varsayarak soruşturma bunun üzerine ve biraz önce sıraladığım soruların yanıtlanmasıyla ilerleyecektir.

Şimdi ise bir başka açıdan devam etmek istiyorum. Kendi işinde gücünde, kendi halinde bir insancık olarak yaşarken, nasıl yani dediğim, an itibariyle 58 kişinin öldürülmesi ile ilerleyen bir süreç var. Katliam varsayıyorum. Bir haber taraması yapıyorum; etil ve metil alkolü, birbirinden farkını, ayırt edilip edilemeyeceğini, kullanım alanlarını da içeren bir mini araştırma yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Bir genel kültür bilgisi olarak bilinebilir belki, tıpkı Saga Noren gibi o bir ayaklı ansiklopedi çünkü oysa ben değilim, ama yine de bunları bilmek zorunda kalmamalıyım bir vatandaş olarak. 

Nereye varmak istiyorum? Maske, mesafe, temizlik, diyoruz ya salgın önlemi olarak. Örneğin maskelerle ilgili pek çok haber dolaşıyor. Maske piyasası, krizi fırsata çeviren bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinlerci sistem tarafından kaotik bir hal aldı. Sahte maskeler, virüs geçirgenler, kanserojen kumaşlar, yeterinci koruyucu olmayanlar, temiz ortamda üretilmeyenler gibi bir sürü maskenin satışta olduğu söyleniyor. Hakikaten de bir aldığınız maske bir aldığınızı tutmuyor. Elinize alıyorsunuz, dikkatli bir şekilde kontrol etmeye çalışıyorsunuz, acaba yeterince iyi midir diye pimpirikleniyorsunuz, tek kat uygun mu çifter çifter mi taksam diyorsunuz, yetmiyormuş gibi cerrahi kumaşın ortası nonwowen, iç ve dış tarafı ise spunbond kumaştan olmalıdır, diye bir haber düşüyor önünüze, üstelik oldukça güvenilir bir kaynaktan. Böyle maskeler nerede satılıyor, eğer böylesi sağlıklıysa piyasada neden bir sürü maske çeşidi var, bunu kim denetlemeli, ben denetleyecek değilim ya, diyorsunuz. Ama bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinlerci düzen denetlemediği için piyasayı, sizin hafiyelik yapmanız gerekiyor çünkü İYİ maskenin yüzde 90 koruyuculuğu var. Olası aşıdan bile fazla. İş kendi halinde sıradan bir insancık olarak yine yine yine başa düşüyor. 

Bitmiyor.

Tarifeli internet faturanız sürekli değişiklik gösteriyor örneğin. Bunun üzerine düşünmek, çok bilinmeyenli bu denklemi çözmek zorundasınız. Bir sürü teknik terimi öğrenmek, sizin bunlar içinde hangi kategoriye girdiğinizi saptamak ve ortada bir kara delik varsa bulmakla yükümlüsünüz. 

Zor değil mi böyle yaşamak?

Her şeyin uzmanı olmanın dayanılmaz yorgunluğu bu. Korkunç bir enerji kaybı. Yaşam sevincinizin soğrulması. Yaşamın onca yükü, telaşı içinde en ağırı güven kaybı. Peki ben mi denetleyeceğim bir yurttaş olarak? Hafiyelik mi yapacağım? Organize suç örgütlerinin peşine mi düşeceğim? Bireysel kaçakları bulmak için insanlarla mı cebelleşeceğim?

Ne yapacağım? (Tanrım, bana değiştiremeyeceklerimi kabullenmek için sabır, değiştirebileceklerimi değiştirebilmek için cesaret, farkı anlamak için de akıl ver.) Bu dua başka bir yazının konusu olsun. 

Ama ne oluyor? Ne yaşıyoruz?

Gerçeklik hissinin kaybı. Yalanlar ve gerçekler iç içe… Doğru/yanlış, gerçek/yalan… Dildeki ve elbette zihindeki anlam kaybı, erezyon, boşluk, arkamızı güvenle yaslayacağımız hiçbir dayanağın olmaması. Her şeyin şekilsiz, bozuk, tuhaf, ucube ve yalan olması. Sözün anlamının yitmesi, karşılığının ve sürekliliğinin olmaması.

Odaklanamama hali. Geçerken, günü kurtarmak adına söylenen sözler… Sözünü eri olmamak, aksine söylediğinin tam tersini iddia etmek, tam tersini yapmak. Anlam bütünlüğünün parçalanması. Bundan kaynaklı bütünlüksüz, odaksızlık, sinirlilik, kaygı, korku.

Böyle mi geçecek ömürlerimiz peki?