Biliyoruz kapitalizm çökerken halkları korkutmaya, o yolla müslümanlaştırmaya çalışıyor. Savaşmadan engelleyemeyeceğimizi biliyoruz.
Efendi, eskiden şehzadeler, din adamları, eğitim görmüş yüksek sınıftan kişiler için özel adlardan sonra kullanılan unvandı. Yerine bazen “hazret”i kullanıyoruz. “Hz” ön ekiyle andıklarımızın tamamı efendilerdir. Tabii tanrılar da, Adonay, tartışmasız efendidir.
Efendilere veya hazretlere biat ve hizmet edenlere ise uşak diyoruz. Uşak’ta “çocuk” yanında bir de “erkek hizmetçi” anlamı var. Rastlantı sayamayız, uşaklar, çocuk kalmış yetişkinlerdir. Bir efendiye hizmet edenin büyümesi mümkün değildir.
Dinde ve kapitalizm öncesi toplumlarda yaygındı. Sonra piyasa toplumu ortaya çıktı. Teknik olarak kimse efendi veya uşak değildi artık. Ama ücretli çalışmada ikisi de içkindi. Kulluğa gerek yoktu, ücretli çalışma bu ilişkiyi dolaylı olarak yeniden üretiyordu çünkü. Emekçiler, emek gücünü kiralayarak kendini yeniden üretenler, görünüşte uşak değildir. Ama ancak parası olan efendidir. Demek ki piyasa toplumunda da yoksullara bıraktıkları sadece uşaklıktır. Aydınlanma ile boy veren “özgürlük-eşitlik” hayali bitti, efendiler ve uşaklar geri döndü, yeniden karanlıklar çağının içinden geçiyoruz. Topluma bakıyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Bir yanında piyasa toplumunun çöküşü var, diğer yanında dinin yeniden yükselişi. Uşaklar ve efendiler bu çöküşün ve bu yükselişin getirisidir.
***
Piyasa toplumu çağında efendi-uşak ilişkisi için kurulmuş laboratuvarlar da var. “Toplama kampları”nı böyle ele alabiliriz. Efendi-uşak ilişkisinin en yalın en acıklı hallerini ortaya çıkarmıştır o kamplar. İlginç, her halükârda içinde din var.
“Açlık erimelerinin, bedensel-ruhsal çöküşün en ağır ve en son evresine toplama kampı söyleminde ‘müslümanlaşma’, müselmannn-muzulman-Muzulmanstwa veya muselmanentum- adı verilmiştir… Genel kanıya göre, daha kampların ilk kurulmaya başladığı günlerden itibaren, tutukluların, açlıktan, hastalıktan ve korkudan ‘ölüm ile yaşam arasındaki o görünmez eşiği aştıkları, -ölüm öncesi (agoni) durumuna- yaklaştıkları’, ‘insanların yazgılarına boyun eğdikleri’ durumunu belirtmek için, Naziler tarafından kullanılmaya başlanmıştır…” Demek ki yeni nesil uşaklık “müslümanlaşma” biçiminde ortaya çıkıyor.
Kurbanların gözlemleri var. Buna göre açlık erimesi altındaki insanların önce yüzlerindeki mimikler siliniyor. Sonra silinen yüze çaresiz, korkulu, yardım isteyen bir ifade yerleşiyor. Bu belirtilere uykusuzluk, ruhsal yavaşlama, unutkanlık ekleniyor. Yoğun korku, huzursuzluk, ruhsal gerginlik, duygusal dengesizlikler kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Açlık erimesiyle “müslümanlaşma” evresine gelmiş bir yetişkin tutuklu ağırlığını da hızla kaybediyor. Bu durumda bedensel ve ruhsal enerji sönüyor, yoğun bir ilgisizlik ortaya çıkıyor. Yani bir tür yürüyen ölüye dönüşüyorsunuz. Açlık sancısı ve yeme özleminden ibaret bir organizmadır geriye kalan. “Müslümanlığa kaçmak” bu hallerde ortaya çıkan tipik bir intihar biçimidir. Mutlak bir çaresizlik haliyle ortaya çıkar, bitkisel bir hayata düşüşle sonuçlanır. Gestapo bu türü yakalayıp yarı-canlı olarak krematoryumlara gönderiyormuş. Yaşamadıkları kanısına vardıklarını tahmin edebiliriz.
Tabii tutuklular müslümanlaşırken, kamp görevlileri veya Gestapo da tanrılaşıyordu. Müslümanlaşanların gözünde hepsi bir tür dünyevi tanrılardır ve ortaya çıkan yeni nesil efendi-uşak ilişkisidir.
***
Biz bunları başka bir laboratuvardan da biliyoruz. 12 Eylül döneminin cezaevlerinde uygulanan ünlü 13-1 talimatnamesine göre, siyasi tutukluların tümü askeri statüde sayılıyordu ve hiyerarşideki yerleri erlerden sonra geliyordu. Bu nedenle tutuklular, erler de dahil her askeri personele “komutanım” demek zorundaydı. Tabii tutuklular asker sayıldıkları için askeri kuralların tümüne tabiydiler. Böylece vatan haini sayıldıkları halde ordunun birer parçası haline getirilmişlerdi. Böylece askerliğin kural ve sorumlulukları da işkencenin bir uzantısına dönüşüyordu. Dayak işkence değildi artık, kendileri de dayağa maruz kalan erlerin tutuklulara “görev gereği” yaptıkları bir uygulamaydı. Komuta zincirinde üst sırada olanlar tutuklulara “buranın Allah’ı da peygamberi de benim” diyordu. Efendinin ve uşağın laboratuvar halidir. Cemal Dindar’ın “12 Eylül Ruhu” adlı çalışmasından özetledim. Toplama kampında veya 12 Eylül cezaevlerinde görevliler işkence ve ölüm korkusuyla tanrılaşırlar. Tanrılaşma mutlak kullaşmanın getirisidir.
Biliyoruz o Allahlar hem işkence yaptıkları tutukluları hem de onlara yaptıklarını göstererek toplumu korkutmaya, müslümanlaştırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlaştırma, İslamizazyon, bir devlet politikasıdır ve önce cunta cezaevlerinden başlatılmıştır.
Demek ki müslümanlaşma, uşaklaşma ve kullaşma birer toplama kampı sendromudur. Sendrom, birlikte koşma eyleminden geliyor, pek çok belirtinin bir arada bulunması haline işaret ediyor. Her biri insanın insanlıktan çıkarılma halinin işaretleridir, belirtiler birlikte aynı yöne doğru koşuyorlar, takip ediyoruz.
***
Naziler toplama kamplarını neden kurdu? Bu yolla insanların düşünme, inanç, duyumsama yeteneklerini ve geleneklerini ortadan kaldırmayı ve parçalamayı denediler. Kurbanlarını bir korku çukurunun içine yuvarladılar, bir tür duygusal-düşünsel kaos içinde yaşamaya zorladılar. 12 Eylül’de de yaptıkları budur.
Bu şartlarda yaşamaya zorlananlarda ortaya çıkan sendromlarla ilgili bizim taraftan yapılmış nadir çalışmalardan birini Serol Teber’e borçluyuz. Çalışması “Toplama Kampı Sendromu-Ruhun Ölümü” başlığını taşıyor. Ölüm sendromların eşlikçisidir. Nitekim Teber kamplarda korkudan ölenleri de kaydediyor çalışmasında. Geçici ya da kalıcı felç, bilinç bulanıklıkları, hezeyanlar, sanrılar, çıldırma (deliryum) halleri ortaya çıkan ilk belirtilerdir. Ardından ölüm gelir. Evet korku insanları delirtebilir ve öldürebilir.
Teslim olanlarda tüm bedensel ve ruhsal enerji sönüyor, yoğun ilgisizlik ortaya çıkıyordu. Acıyı ve ölümü yadırgama halidir. Bu hale gelmiş 400 esiri yalnızca bir tek askerin güttüğüne tanık olmuştu kamptakiler. Kaçmaktan, isyan etmekten söz etmeye hâlâ cüret edenleri huzuru bozmakla itham etmişlerdi. Toplama kampında huzur, yaşam ile ölümün sınırındaki o kısa andaydı çünkü. İnsanlıktan çıkanlar hâlâ insan kalanlara kin tutuyor, düşman oluyordu. İçinden geçtiğimiz dönemden, toplumundan ve onun ortaya çıkardığı insan tipinden biliyoruz.
Ama korku “iyileştirir” de. Kamp her şeyi bir ölüm kalım savaşının içine sıkıştırır, diğer hastalıklar hastalık olmaktan çıkar. Toplama kampı kurbanları insani sorunlarından, hastalıklarından arınıp, iyileşirler! Çünkü insanlıktan çıkarılmışlardır…
Çıkarıldık veya çıkarılıyoruz. Toplayıp kapattılar evlerimize. İşsizlik, yoksulluk, baskı, dincinin dinciye darbesi, olağanüstü hâl, polis şiddeti, deprem, savaş-iç savaş tehdidi ve muktedir tarafından her gün azarlanma sonucu sindirildik. Sonunda devasa bir toplama kampının içinde bulduk kendimizi. Kapatıldık ve kapatıldığımız için mutluyuz haliyle. Bütün gardiyanları işten attılar, küçülttüler orduları. Birkaçı yetiyor hepimizi gütmeye. Çünkü korkutula korkutula müslümanlaştık!
***
“İslam teslimdir. Teslimiyet, kulluğun özünü oluşturur…” Böyle kabul ediyorlar. “Tevekkül” her şeyi Tanrı’ya ve tabii yazgıya bırakma, boyun eğme halidir. Dinsiz tevekkül düşünemiyoruz. Toplama kampını kuranların da bunları bilmediğini düşünemeyiz, laboratuvarda denediler ve başardılar. Teslimiyette hep din var.
Dinde teslim olmanın yanında bir de “barış” var. Toplama kampında olgunlaşıp teslim olanlar bir barışa ulaşırlar. Geçici bir huzur ortamıdır bu. Dinde huzur var!
Bu laboratuvarlar dinlerin yanında sınıfsal açıdan da çok öğreticidir. Kamplara gönderilen adi suçlular seçkin sınıftan insanlarla aynı ortamı paylaşmaktan bir tür mutluluk duymuşlar, birçoğu Nazilere casusluk yapmışlar, daha da sefilleşmişler. Orta sınıftan ve apolitik olanlar yakınlarının tutuklanmasının bir yanlışlıktan kaynaklandığını sanmışlar, süre uzayınca yakınlarının suçlu olduğu kanaatine varmışlar ve onları terk etmişler. Tutuklu olanlar ise kampın efendilerine biat etmiş, onlar da adi tutuklularla aynı kaderi paylaşmışlar. Kampta kalış süreleri uzadıkça Nazilerle kendilerini özdeşleştirmişler, onlar gibi konuşmaya, onların sözcüklerini, kavramlarını kullanmaya başlamışlar.
Haliyle kamplardan sağlıklı çıkanlar sadece politik tutuklulardır. Teber diyor ki; “Bilinçli politik tutuklular için Gestapo’dan ya da SS’lerden işkence görmek ve hatta tutuklanmak büyük bir şok oluşturmamış; tersine içinde bulundukları konumu, yaşamlarının ve mücadelelerinin doğruluğunu kanıtlayan bir durum olarak değerlendirmişlerdir.”
Tabii kolay değil, teslim olmama halinde bir sürekli huzursuzluk var. Efendiye teslim olmama, müslümanlaşmayı reddetme durumu nedeniyle “barışa” uzak olma halinden kaynaklanıyor bu. Demek ki savaşmak insan kalmanın ilk şartıdır.
Biliyoruz kapitalizm çökerken halkları korkutmaya, o yolla müslümanlaştırmaya çalışıyor. Savaşmadan engelleyemeyeceğimizi biliyoruz. Yıkılacaklar hanesinde yer açıyoruz, uşakları ve efendileri de listeye ekliyoruz.