Tümü birlikte düşünüldüğünde ve savaşlardan kurtulmanın biraz daha uzayacak olması bir yana, böylesine “en güzel dünya” denmezse, ne denir? Hele bugüne kadarkilerle karşılaştırıldığında…
O beş küçük tabutu yazacaktım. Gerek kalmadı. Asaf yazdı, hem de pek iyi yazdı. Ondan iyisini mi yazacaktım sanki? Boşuna çaba olacaktı. Hem o tabutları yazma yarışına çıkmak hiç yakışık almazdı. Nasılsa hep söylenecektir. Kim unutabilir?
Ardından Nevzat Evrim’in Salı günkü “Verimlilik fetişi” yazısına döndüm. Niyetim, ona bazıları geçmişte kalmış bazıları geleceğe dönük ekler yapmak.
Başlarken terimlerle ilgili bir not düşmekte yarar var.
Dilimizde “prodüktivite” kavramının karşılığı olarak “verimlilik” sözcüğünün kullanımı çok yaygınlık kazanmış durumda. Nedenini araştırırken 1965 yılına, belki de ondan birkaç yıl kadar sonraya kadar gitmek gerekiyor.
O yılın Nisan ayında parlamentodan geçen bir yasa ile Milli Prodüktivite Merkezi (MPM) adında ve kamu kurumu niteliğinde bir örgüt kurulmuştu. O kurumun adındaki prodüktivite sözcüğü, yasa metninde de birçok kez yineleniyor; verimlilik sözcüğü ise bir kez bile geçmiyordu. Bu sözcük, birkaç yıl kadar sonra, o sıralar yaygınlaşmakta olan Batı ve Doğu kökenli sözcükleri Türkçeleştirme akımının etkisiyle olmalı, bu Merkezin yayınlarında görünür oldu ve kısa denebilecek bir sürede yaygınlaştı.
Oysa, bildiğim kadarıyla, bu alanda yayınlar yapılmış ve hâlâ yapılmakta olan hemen hemen bütün dillerde o dillere az çok uyarlanmış olarak “prodüktivite” sözcüğü kullanılıyordu. O zaman ve şimdi de. Böylece, dilimizin söz dağarını zenginleştirici yönde olumlu bir iş yapılırken kavramın “üretim” kavramı ile bağlantısı koparılarak anlatım ve öğretim açısından bir güçlük yaratılmış oluyordu. Doğru karşılık olan “üretkenlik” sözcüğünün neden kullanılmadığını ya da akla gelmediğini ise bilmiyorum. Bu alanın içinde bulunduğum o eski zamanlarda merak edip araştırdıysam da doyurucu bir sonuca ulaşamadım. Şimdi, bu yazıda da, yer yer iki, hatta üç sözcüğü de kullanma kolaylığına, belki de, kolaycılığına başvuracağım.
Kapitalist üretim biçiminde, aslında daha farklı olarak önceki üretim biçimlerinde de, üretkenliğin artırılması her üretim yerinde bir bakıma kendiliğinden ya da kendi başına denebilecek biçimde gerçekleşen bir olgu. Bununla birlikte, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak, kapitalizmin devresel krizlerinin ve büyük paylaşım savaşlarının yıkıcı sonuçlarının etkisiyle, verimlilik artışlarını ülke ekonomisi düzeyinde desteklemek/kışkırtmak/hızlandırmak üzere birtakım ulusal kuruluşların örgütlendiği görülüyor. Almanya’da 1920’li yılların ortasına doğru ortaya çıkan Alman Ekonomisini Rasyonelleştirme Kurumu bunların en önemlileri arasında sayılabilir. RKW kısaltması ile bilinen bu kurumu, yukarıda andığım bizdeki MPM’nin zaman zaman yoğunlaşan ilişkileri ile bir benzeri olarak düşünmek mümkün. Uzak doğuda ise Japonya’da 1950’li yılların ortasında kurulan ve başlattığı “verimlilik hareketi” ile belki de benzerleri arasında en etkilisi olarak tanınan Japon Prodüktivite Merkezi ve onun gölgesinde oluşturulup etkinlik kazanan G. Kore Prodüktivite Merkezi sık sık hatırlatılır. Ancak, bu kuruluşların bir tür efsane düzeyine yükseltilen “başarıları”nda bazı destekleyici etkenlerin katkısını da unutmamak gerekir. Örneğin, “verimlilik hareketi” başlığı altında yürütülen çalışmalarla oralardaki verimlilik merkezlerinin “başarıları”nda, Japonya’dakinde kapitalizm öncesinden gelen birtakım kültürel özelliklerle “yaşam boyu istihdam” adıyla anılan uygulamaların belli ölçülerde gerçekleştirilebilmesinin; G. Kore’dekinde yaklaşık 40 yıl sürmüş gece sokağa çıkma yasağında anlatımını bulan “sıkı disiplin”in etkisini dikkate almamak olmaz.
Geçmeden, bizdeki MPM adlı kuruluşa ne olduğunu da TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’nın o tarihlerdeki “Makina Bülteni”nde yer alan bir basın açıklamasından aktararak yazalım:
“1965 yılında 580 sayılı Kanun ile kurulan Milli Prodüktivite Merkezi'nin, en üst yetkili organı Genel Kurulu'nun üyesi olan Birliğimizin dahi haberi olmadan mal varlığının bir bakanlığa devredilerek kapatılması AKP'nin ustalık dönemi uygulamalarının bir örneğidir.”
Kapatılma tarihi 26 Ağustos 2011’dir.
***
Kapitalist üretim biçiminde emeğin üretkenliği ya da verimliliği, işçinin çalıştığı saat yahut birim zaman başına ürettiği ürünün miktarı ya da ekonomik değeri ile ölçülür. Bu ölçütteki artışlar, kapitalistin herhangi bir üretim için yatırım yapmasının ve bunu sürdürmesinin nedeni, gerekçesi, özendiricisi olan artı değerin artırılmasının iki yolundan biridir ve göreli artı değer adını alır. Öteki yol ise mutlak artı değer olarak bilinir ve ya işgününün uzatılması, ya çalışma sürecinin yoğunluğunun artırılması ya da gerçek ücretlerin düşürülmesi ile yükseltilir. Kapitalistlerin bu yollara başvurabilmeleri için, bir yandan, güçlerinin ve kendilerine güvenlerinin üst düzeyde olması, bir yandan da, karşılarındaki işçi sınıfı yığınlarının örgütlülükleri ile mücadele güçlerinin yetersiz yahut çok yetersiz kalması gerekir.
Buna karşılık, göreli artı değerin artırılması anlamındaki emek üretkenliğinin yükseltilmesine yönelik teknolojik gelişmeler ile üretimin örgütlenmesindeki rasyonelleştirici düzenlemeleri işçilerin sert karşı çıkışlarından kaçınarak, hatta birtakım koşulların sağlanmasıyla, onların belli ölçülerde desteklerini sağlayarak gerçekleştirmek mümkün olabilmiştir. Sözgelimi, yukarıda değindiğimiz ulusal ölçekteki kuruluşların çalışma başlıkları arasında “verimlilik artışlarından doğan kazançların paylaşılması” biçiminde dile getirilen konular da yer almıştır genellikle. Oralarda neler yapıldığı ve yapılanların çalışma başlığında yer alan “paylaşım” bakımından neye yaradığı ise olumsuz yanıtı pek çok kez yaşanarak bilinen bir soru olarak kalmıştır. Ayrıca, çoğu durumda “merkez” adı altında oluşturulan o kurumların yönetiminde “üçlü yapı” diye adlandırılagelen bir yaklaşım söz konusu olmuştur. Buradaki “üçlü”, hükümet, işçi ve işveren adları verilen “üç kesim”den oluşmaktadır. Bizde de öyle olmuş ve “en fazla temsil kabiliyetini haiz işçi kuruluşu olarak” Türk-İş her yerdeki “yapıcı işbirliği” tutumunu burada da sergilemeyi bilmiştir.
***
Geçmişe ilişkin ekleri bu kadarla bırakarak çok uzakta olduğunu söyleyeceklere aldırmadan geleceğe yönelik üç beş söze fırsat verelim.
Sosyalist toplum açısından emek üretkenliğinin artışı birçok bakımdan çok önemlidir. Bir kez, emek üretkenliğinin artırılması ya da daha genel bir anlatımla prodüktivite artışlarının planlı bir biçimde ve belli bir düzenlilikle yönetilip yönlendirilmesi, toplum için gerekli ürünlerin üretilip kullanıma sunulması için zorunlu emek süresini kısaltıcı bir etkiye yol açar. Bir sosyalist toplumda bu etkinin doğal sonucu, işgününün kısaltılması, başka bir anlatımla, emekçilerin boş zamanlarının çoğalmasıdır. Sosyalist toplumda ve onun ileriki aşamalarında, kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca’nın sevdiği deyişle, boş zamanın hoş zamana dönüştürülmesi esastır. Toplum o dönüşüm için elverişli koşulları yaratır. Böylece, örnek olsun, kültür ve sanat ile uğraşmak, onların yetişkin izleyicileri olmanın çok ötesinde, yapıcısı, üreticisi, yaratıcısı olmak; yalnız müzik dinleyicisi olmak değil müzisyen olmak, yalnız şiir okumak değil okuduğu şiirleri yazanlar kadar güzel şiirler yazabilmek, bütün bunlar, o toplumda yaşayanlar için ulaşılmaz düşlerde kalmaktan çıkacaktır.
Buradan esinlenerek, kapitalist topluma geri gidersek, orada esas olan, üretici güçlerin gelişimi ve emek üretkenliğinin artışıyla ortaya çıkan boş zamana tasallut etmektir; saldırmaktır, saldırmak ve bir yandan o zamanın kullanımını emekçi insanları boş vermişliğe, vakit öldürmeye, abuk sabuk uğraşlara, uyuşturucuya, şuna buna yönlendirirken, bir yandan da bu yönelişlerin sunacağı kâr kapılarını hep açık tutmaya bakmaktır. Bütün bunların ve benzerlerinin yanı sıra insanları itaat etmeye ve mutluluk düşleri görmeye yöneltmek, hatta bu yöneltme işini zaman zaman zorlama sözcüğünün daha uygun düşeceği biçimlerdeki ideolojik saldırılarla gerçekleştirmek de o tuhaflığına ve küf kokusuna aldırmadan kullandığım tasallut sözcüğünde içerilmiştir. Daha doğrusu, bana öyle geliyor. Burada belirgin bir öznellik olduğunu kabul ediyorum.
Kabul ediyor ve burada durmuyorum. Son yazdıklarımdan, sosyalist toplumun insanlarının toplumsal üretimin dışına çıkıp çalışmadan keyif çatma peşinde koşacakları anlamı hiçbir biçimde çıkmaz. Birincisi, onlar ve bin bir zahmetle, özveriyle yarattıkları iktidarlarını sürdürdükleri ülkeleri, kuşkusuz, kendi başarılarıyla aynı anda ortadan kalkmayacak emperyalist saldırılarla yüz yüze olacaklar, o saldırıları alt etmek için nefret ettikleri savaşlara da girişmek zorunda kalacaklardır. Bu, kapitalizm ve onun en azgın evresi olan emperyalizm yeryüzünden silininceye kadar sürüp gidecektir. Onun için hiç istemedikleri ürünleri, o arada silahları da üretmeye devam edeceklerdir. Çaresiz, işin en berbat yanı bu.
Ama ihtiyaç duyacakları ürünlerin toplumsal üretimini gerçekleştirirken, üretkenliği artırmanın insancıl yol ve yöntemlerini geliştirmek için, birlikte çalıştıkları yurttaşları ve yoldaşları ile ortaklaşmaya, kafa yormaya, kendilerini bu yönde yetiştirmeye de devam edeceklerdir.
Tümü birlikte düşünüldüğünde ve savaşlardan kurtulmanın biraz daha uzayacak olması bir yana, böylesine “en güzel dünya” denmezse, ne denir? Hele bugüne kadarkilerle karşılaştırıldığında…