Türkiye’de emekçi sınıflar yenildikçe üniversitelerin bağnazlığı ve tutuculuğu sürekli cilalanıyor. 

Üniversitenin sürekli fetret devri

Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne Erdoğan’ın yüksek takdiriyle atanan Melih Bulu yine Erdoğan’ın imzaladığı bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile görevinden alındı. Önce görevden alındığına kendisi de inanamadı, sonra gerçeğin hükmüyle yüzleşince kendisini görevden alan çok sevdiği Erdoğan’a teşekkür etmeyi unutmadı. Faşizm omurgazsılar rejimidir. Kayyum olarak geldi, hiç iz bırakmadan kayarak gitti. 

Ancak o türünün tek örneği değil; Erdoğan uzunca bir süredir ünversite rektörlüklerini akademik sıfatı olan emekli AKP'li milletvekilleri ile ya da milletvekili adaylarıyla doldurmaktadır. Onların huzur hakkı da hiçbir akademik deneyimleri olmadığı halde rektörlük makamına oturtularak ödenmektedir. Üstelik rektör olarak atandıkları üniversitelerle çoğunun geçmişte hiçbir ilişkisi olmamıştır. Hatta genel olarak akademik hayat ile ilişkileri de çok düşük seviyededir. Üniversiteleri kontrol etmenin bir yolu olarak yeni bir yöntemdir. 

Öncelikle Bulu’nun hangi gerekçeyle görevden alındığını bilmiyoruz. Malum Saray’ın kararnameleri Sultan kararnameleri gibi gerekçeden yoksun bir şekilde ilan edilmektedirler. Böylece Erdoğan’ın iktidarından ve otoritesinden sual olunamayacağını da herkese göstermektedirler.  Ancak Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin inatçı direnişlerinin etkisi vardır; onları tebrik etmek gerekir. 

Bahsi geçen görevden alınma hem basında hem de sosyal medyada büyük bir coşkuyla karşılandı. Bu coşku kuşkusuz haklı bir coşkudur. Ancak her coşku gibi anlıktır. Coşku eğer gerçeğin kaçınılmaz yüklerinin yok sayılmasına yol açıyorsa kontrol edilmelidir. Bulu’nun görevden alınması bazılarınca sanki üniversitelerin özgürleşmesine giden yolda çok önemli bir adım gibi göründü. “Üniversiteler” ve “özgürlük” neden ise sürekli birlikte anılan kavramlardı, mevzu konusu coşku sırasında da bir kere daha aynı cümle içinde kullanıldılar. Gerçekten üniversite sui generis bir özgürlük alanını ima eder mi? Üniversite kendi haline bırakılsa özgürlük sağlar mı?

Ne yazık ki bu konuda hemen olumlu cevabı yapıştıracaklara kötü haberlerimiz var. Öncelikle üniversite bir kurum olarak teokratik otoritelerin oluruyla doğdu ve çağlar boyunca kendisini yaratan gerici otoritelerin lanetli damgasını taşıdı. Bu damga tutuculuk ve özsel bir gericiliği sürekli olarak yeniden ve yeniden üretti. Tarihin üniversite formunda kurulan ilk örnekleri bu yargıyı kanıtlayacak deneyimler yaşadılar. Salamanca, Kayrevan, Bologna ve hatta Sorbonne ve Oxford ilk kuruldukları günden bu yana hem akademik eğitim hem de iç işleyiş konusunda tiksindirici ve bıktırıcı bir tutuculuğu ve gericiliği  sergilemekten geri kalmadılar. Hatta daha da ileri giderek belirtelim, eğer toplumlar ileri doğru hareket etme konusunda yeterince yeti ve istek göstermiyorlarsa üniversiteler bir çıpa gibi onları derinlere doğru çeken yapılara dönüştüler. 

Gelelim üniversitelerin doğalarından kaynaklanan bir ilericiliğe sahip oldukları efsanesine. Bir kötü haber de bu efsane hakkında. Üniversiteler eğer toplumlar ve sınıfların ileri doğru atılım gösterme çabaları yok ise genel olarak gericiliğin yuvası haline gelirler. Üniversitelerin doğası gereği ilerici olduğuna inananların aklına sürekli 1970’lerin iç savaşı sırasında solculuğuyla maruf üniversitelerdeki öğretim üyesi radikalizmi, öğrenci radikalizmi, forumlar ve boykotlar gelmektedir. Ancak Türkiye’nin adı geçen dönemde bir iç savaş yaşadığı ve emekçi sınıfların öyle ya da böyle kitlesel olarak ileri doğru atılmak istediği hemen akıldan çıkarılmaktadır. Böyle bir ortamda üniversitelerin ilerici bir misyon edinmeleri şaşılacak bir durum değildi kuşkusuz. 

Ancak bu türden enstantaneler üniversitelerin tarihleri açısından oldukça istisnaidir. Kısa bir hikaye anlatalım. Aslında bu ilginç durumu Devrim Çağı adlı büyük eserinde dikkatimize sunan büyük tarihçi Hobsbawm’dır. İki bilim adamı ve düşünür; Fransız Antoine Lavoisier ve İngiliz Joseph Priestley. Birincisi Fransız Bilimler Akdemsi üyesiyken ikincisi ise İngiliz akademyasının ve araştırma dünyasının en prestijli kurumu olan Royal Society üyesiydi. Kişisel olarak da bir kere görüşen bu iki kimyager araştırmacıyı ilginç bir kader birbirlerine bağladı. Priestley oksijeni ilk kez saf halde ayrıştıran kimyager idi ancak bir zamanlar kimya bilimini bir ur gibi sarmış olan filojiston kuramına o kadar bağlıydı ki bulduğu renksiz gazın oksijen olduğunu anlayamadı. Ancak Paris’de görüştüğü Lavoisier’ye deneyden bahsetti. O da Prisetley’in deneyini tekrarladı. Bulduğunun adı konmamış ancak hayat açısından en önemli gaz olduğunu anladı, oksijen adını verdi. Böylece oksijeni bu iki büyük kimyager aslında birlikte keşfetmiş oldular. 

Büyük Fransız Devrimi tam da bu ikili kolektif bir şekilde oksijeni keşfettikleri sıralarda patladı. Ancak bu büyük devrim ikisi için farklı anlamlara sahipti. Lavoisier aristokratik bir çevreden gelen tutucu ve kralcı biriydi. Priestley ise felsefi olarak materyalizme yakın idi ve oldukça ilericiydi. Jakoben terörü Lavoisier’yi giyotine yolladı. Priestley ise Fransız Devrimi’ne verdiği açık desteğin cezasını acı bir şekilde çekti. İngiliz iç politikası giderek anti-Fransız ve karşı devrimci bir mecraya kayarken örgütlü bir güruh Priestley’in de içerde olduğunu varsayarak evini yaktı. Ancak o ve karısı evde değillerdi. Priestley Atlantiğin öte tarafına Amerika’ya kaçtı, Pennsylvania’da mutsuz bir şekilde öldü. Böylece (Hobsbawm’ın deyişiyle) Lavoisier yeterince devrimci olmadığı, Piestley ise fazlasıyla devrimci olduğu için ceza çektiler. Ancak önemli olan sonrası. Liberalliğiyle meşhur İngiliz akademyası Priestley’in adını bir daha duymak istemezken, Farnsız akademyası özellikle Thermidor gericiliğinden sonra Lavoisier’yi yere göğe sığdıramadı. Üniversitenin mayası buydu. 

Geldiğimiz noktada artık bir vurgu yaplaım. Üniversitelerin kendiliğinden özgürlükçülüğü ve ilericiliği bir masaldır. Onlar ancak toplumlar ileriye atılırken ilerici ve özgürlükçü olabiliyorlar. Toplumlar ileriye doğru atılım mücadelesini kaybettiklerinde gericiliğin ve tutuculuğun kalesi haline geliyorlar. Bazılarının bir gelenek olarak hala ilerici ve özgürlükçü unsurları barındırmaları bu genel gerçeği değiştirmiyor. 

Türkiye üniversite sisteminin geldiği nokta içler acısıdır, ancak bu sadece rektör atmalarından ve diğer kurumsal ve yasal karşı-devrimci adımlardan kaynaklanmıyor. Türkiye’de emekçi sınıflar yenildikçe üniversitelerin bağnazlığı ve tutuculuğu sürekli cilalanıyor. 

Türkiye’de üniversiter yapı çok katmanlı bir yapı sergilemektedir. Bu hiyerarşik çok katmanlı yapı aslında üretkenliğini çoktan yitirmiş bir hilkat garibesidir. En tepede az sayıda caf caflı özel üniversitenin (içlerinde Koç’un ve Sabancı’nınki gibi sermayenin üniversiteleri de var) ve prestijli iki kamu üniversitesinin (ODTÜ ve Boğaziçi) oluşturduğu bir grup var. Bu grup tedrisattan, eleman alımına, öğrenci danışmanlığından sermayeyle ilişkilere kadar her alanda küçük Amerika’yı oynamaktadır. Neryazık ki bugün kayyum rektörü kovulduğu için sevindiğimiz Boğaziçi Üniversitesi de dahil bu grup büyük sermayenin adam devşirme alanıdır. Bu üniversiteler için özgürlük Amerikan akademik emperyalizmine özgürce bağlanma ve iç işlerini Amerikan üniversiteleri gibi yürütme özgürlüğüdür ne yazık ki. Oysa Amerikan üniversiter sistemi ve akademyası hiyerarşik bir yapıyı dayatan dogmatik bir sistemdir. Ve yerküreyi kavuran sömürgen sistemin sağlığı için duacıdır. 

Bu grubun altında bir grup büyük kamu üniversitesi vardır. Aslında işlerin en acı şekilde tezahür ettiği grup da budur. Bu gruptaki üniversiteler hem Amerikan tarzı akademik rekabete uyum göstermeye çalışmakta hem de giderek budanan kaynaklarının yarattığı açığı teknokent ve proje türünden sermayeyle iletişim kurmalarına olanak sağlayacak kanallar üzerinden giderme çabası sergilemektedirler. Çaresizlik içinde devinmektedirler. AKP şimdi özellikle bu üniversite grubu üzerinde hakimiyet kurmaya çalışıyor. 

En altta ise hali pür meali birbirinden kötü iki grup üniversite vardır. Birincisi neredeyse her kente bir üniversite diye altyapısız ve hazırlıksız bir şekilde kurulan kamu üniversiteleridir. Bunları üniversite diye adlandırmak zordur. Hatta iyi bir lisenin bile gerisindedirler. Üniversitelerin tarihsel gericiliği bu üniversitelerin kuruldukları kentler ile ilişkisi bağlamında bir kere daha hortlamaktadır. Bu üniversiteler içinde barındıkları kentleri ilericileştirmek yerine gericileştiriyorlar. İslamcı sağcı kadroların fink attığı bir ortam sağlamaktadırlar. 

En altta bulunan son grup ise merdiven altı özel üniversitelerdir. Özellikle büyük kentlerde pıtırak gibi çoğalan ve üniversiteden çok sulu sepken dersaneleri hatırlatan bu “üniversiteler” özellikle servet ve mülk sahibi zenginlerin istidat göstermeyen çocuklarına diploma kazandırma yerleridir. 

Dolayısıyla Türkiye’nin üniversite sistemi Amerikan tarzı sermaye yandaşı bir akademizm ile gericilik üreten bir tür yerellik arasında sıkışıp kalmıştır. Sadece Bulu’nun görevden alınması yetecek mi?