İyimser denebilecek olasılık ise bugün cumhurcular ve milletçiler olarak ortaya çıkanların çok dışında, onlardan çok farklı bir seçeneğin yaratılmasıdır.

Umut da çare de başka yerde

“Diyelim seçim oldu, hatta erken seçim oldu ve cumhur koalisyonunun yerine millet koalisyonu geldi. Emekçi halk için bu ne anlam taşır, neye yol açar?

Önce, başlangıçta, yirmi yıl sürmüş bir karabasandan sonra herkes çok bunalmıştır nereden bakılsa, belli bir rahatlama olur. Dahası, belki bayram şenlikleri bile yapılır bir süre.

Ardından ne olacağını az çok kestirmek için ortalıkta dolaştırılan alternatif figürlere bakmak yeterlidir. Olasıdır ki, halkımızın önemli bir bölümü daha bugünden onlara bakmakta ve kendini alıştırmaktadır. Bu alıştırma işinin ulaşacağı boyutlara göre, o bayram şenliklerine katılımın da ya sınırlı olacağı yahut kısa süreceğini tahmin etmek mümkündür.”

Yukarıdaki satırlar bundan bir ay kadar önce yine bu köşede yer almış “Seçim neye yarayacak?” başlıklı yazıdan. Bugün yeniden hatırlanması ise geçen hafta İsrail’deki seçimlerden sonra ahalinin bayraklarla, havai fişeklerle, başka şenlendiricilerle sokaklara dökülüp şenlikler yapması ile bağlantılı. Sekiz ayrı parti bir araya geldi ve hükümetten düştüğü için bayram edilen Netanyahu’nun yerine güven oyu alan koalisyonun başbakanı ondan daha beter sağcılığı ile temayüz etmiş bile olsa, öncekinden kurtuldular ya artık kim tutar insanları, durumu ortaya çıktı. 

Yeni moda üslup denemelerini bir yana bırakıp sadede gelirsek, İsrail’de sevinçleri sokaklardan taşan ahaliye hiç hak vermemek de elden gelmiyor, denebilir. Öyle ya, adam 12 yıldan beri aralıksız iktidardaydı, üstelik 1996 ile 99 arasındaki üç yıllık başbakanlıktan sonra gitmiş ve 2009’da yeniden gelmişti. Böyle olunca, “ırkçılığı ve kan dökücülüğü kayıtlara geçmiş de olsa Netanyahu’dan kurtulmak, onun politikalarını devam ettiren ve hatta temel sorunlarda daha da ileri götüren bir hükümeti desteklemek için meşru bir neden olamaz.” diyerek uyarıda bulunan İsrail Komünist Partisi’ne de pek kulak veren olmadı. Yeni başbakanın ilk “icraatı” Gazze’yi yeniden bombalamak olsa bile…

Bu görüntülere tanık olanların çoğunda “Bizde benzer bir tablo ortaya çıksa ya da çıktığında, tepkiler çok farklı mı olur?” sorusu akıllara takılmıştır herhalde. Doğrudur, tepkiler benzerlik gösterebilir. Şenlikler daha uzun mu sürer daha kısa mı kesilir, bilinmez de, ortaya çıkabilecek durumla ilgili olasılıklar arasından biri iyimser öbürü kötümser görünen ikisinden söz edelim.

Kötü olanı öne alarak yazarsak, bugünkü tablonun gösterdiği, çok yamalı, dolayısıyla epeyce titrek bir koalisyonun ortaya çıkmasıdır. Bununla birlikte, halkın çoğunluğunun durumunu anlatmak bakımından, eski hamam eski tas deyiminin uygun düşeceğini ileri sürmekte bir abartı olmayacaktır. 

İyimser denebilecek olasılık ise bugün cumhurcular ve milletçiler olarak ortaya çıkanların çok dışında, onlardan çok farklı bir seçeneğin yaratılmasıdır. Bunun yapılacak ilk seçimlerin sonuçlarını etkileyip etkilememesi sanıldığı ya da öyle gösterilmek isteneceği kadar önemli değildir. Ama ilk seçimin sonuçları cumhurcular lehine olursa, açıkça ortaya konulmuş bu seçeneğe ağır saldırıların yöneltilmesi beklenmeli, dolayısıyla bunlara karşı dayanıklı olunmalıdır.

Böyle bir seçenek saldırılar karşısında nasıl dayanıklı olacak yollu itirazlara geçmeden, iki olasılığın birbirini dışarıda bırakır nitelikte olmadığını belirtmek gerekir. Başka bir anlatımla, iki olasılık eşzamanlı olarak gerçekleşebilir. Bu durum ek sorunlar yaratmaz; çünkü, amacın seçimlerle ilgili olmadığı daha en baştan belirlenip açıklanmış bulunacaktır.

Şimdilik iyimserlik dozu yüksek görünen olasılığın odağındaki seçeneğin saldırılara karşı dayanıklılığına gelince, bunun birkaç başlıkta açıkça sağlanmış ortaklaşmalara bağlı olacağı vurgulanmalıdır.

Bir: Emperyalist sisteme, onun egemenlik ve yönetim merkezlerinin yanı sıra her türlü örgütlerine ikirciksiz bir karşıtlık.

İki: Toplumun sahipliğinde olması gereken doğal çevre ve kaynaklar ile bütün bir cumhuriyet dönemi boyunca kamusal olarak yaratılmış olduğu halde gasp edilmiş işletmelerin, toplum tarafından, onun görevlendirip denetleyeceği organlar tarafından toplumsal yararlar doğrultusunda yönetilmesi anlamındaki kamuculuğun egemen kılınması.

Üç: Laiklik konusunda hiçbir liberal ya da başka kaynaklı eğip bükmeye ödün vermeyen bir açıklığın gerçekleştirilmesi.

Dört: Toplumsal hak ve özgürlüklerin artıp azalan, ama hiç eksik olmayan türlü kısıtlamalardan kurtarılarak genişletilmesi. 

Gündemde olması gereken bu başlıklardan sonuncusu, toplumsal mücadelenin her zaman önemli bir parçasıdır, bileşeni de denebilir. Denebilir, ancak bunun demokrasi ile bir ilgisi yoktur. Olmamalıdır. Devrimcilerin demokrasiyi yücelttiği, onun uğruna, onu geliştirmek, ilerletmek, bir türlü gelmek bilmeyen daha yüksek aşamalara eriştirmek için mücadele ettikleri zamanlar çok geride kalmış olmalıdır. Toplumsal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ise devrimci mücadelenin hedefleri arasında bulunmayı sürdürecek ve bu doğrultudaki başarılar, sosyalist toplumun kuruluşunu amaçlayan siyasal iktidarı almaya yönelik asıl mücadelenin yan ürünleri olarak gerçekleşecektir.

Yazıyı bağlarken biraz geçmiş günlere dönmekte sakınca yok.

Yetmişli yılların ortalarına doğru Ecevit’in partisinin ortaya attığı bir slogan, sloganların başında gelenlerden biri, “Umudumuz Ecevit” idi. Dağlara taşlara yazılıyordu. O partinin bunu yapabilecek sayıda militanı pek yoktu aslında. Dağlara taşlara denebilecek kadar yaygınlaşmış bu çabaya bizim taraftan da katkı verenler çıkmıştır.

Öbür yanda Demirel’in partisi de, madem öyle işte böyle dercesine, bir karşı slogan bulmuşlardı: “Çaremiz Demirel” dediler. Ama bu çaba hiçbir zaman ilki kadar yaygın olamamış, o kadar görülür düzeye ulaşamamıştı.

Çok şiddetli 12 Eylül darbesinden sonra da üç aşağı beş yukarı benzer sloganların türetildiğine tanık olduk. Ama, sonuç olarak, bu dön baba dönelim havasını silip süpürmeyi başaramadık. Hatta Türkiye burjuvazisinin altmışlı yıllardan beri yetiştirmeyi becerebildiği  bu en “çaplı” iki politikacı ile onların az buçuk güncelleştirilmiş söylemlerinin, yeniden ve kim bilir kaçıncı kez umut ya da çare diye öne sürülmesi bile söz konusu olabildi.

Oysa, umut da çare de başka yerdedir. Sorun, bunu yeterince yaygınlaştırmak ve o yeri netleştirmektir.