Sıkça duyduğumuz, bildiğimiz gibi uluslararası hukuk, güçlünün hukuku. Bunda kuşku yok belki ama dünyadaki pek çok olgu gibi bu da siyah-beyaz basitliğinde değerlendirilebilecek bir şey değil.

Uluslararası hukuk var mı?

Yakıcı gündeme dair bir yazı bekleyenleri düş kırıklığına uğratmış olabilirim. Açıkçası, ne bir suç örgütü liderinin haftada iki kez sahnelediği talk-show’dan, ne Suriye seçimlerinden, ne Marmara’nın iktidarı ve muhalefetiyle burjuvazi tarafından duygusuzca katledilmesinden, ne mesleklerini icra edebilmelerini bir yana bırakın sokağa çıkabilmelerini dahi laikliğe borçlu olanların Cumhuriyeti eleştireceğiz telaşıyla “Laisizm” gibi sözlük anlamını bile doğru bilmedikleri kavramları ortaya saçmalarından, ne de milyonlarca emekçiyi işsiz, aşısız, sağlıksız, yoksul ve aç bırakan bir yönetimin gül suyu aromalı ve bol betonlu din sömürüsünden söz etmek niyetindeyim. 

Bugün aklımda varlığı, yokluğu çokça tartışılan uluslararası hukuk var. Yaşadığımız ülkede ulusal hukukun varlığı bile tartışılır haldeyken, mutlaka zorlu geçecek bir haftanın ilk saatlerinde bundan daha soyut ve hayata uzak bir konu olamaz diye düşünenlerin hakkını teslim ederek başlıyorum yazıya.

Ulusal hukuktan uluslararası hukuka

Hukuk yönetenlerin daha kolay yönetebilmek için koyduğu kurallar bütünü olarak tanımlanabilir. Tarihsel süreçte akla ilk gelen örneklerinden biri Hammurabi Kanunları ise, bugünkü dünyaya şekil veren, birçok ülkedeki hukuk anlayışına kaynaklık eden öncü örnek ise Roma Hukuku’dur. 

Hukuk deyince, belirli bir erk yapısının, bu erki üzerinde uygulayacağı kitleyi kısıtlayan, şekillendiren, aynı zamanda da o yapıyı sürdürmesini sağlamayı hedefleyen kurallardan söz etmiş oluyoruz. Hukukun, yönetenlerin sınıfsal, dinsel, ideolojik niteliklerine göre değişiklik gösterdiği biliniyor. Bugünkü Devlet tanımına yaklaşan yapıların belirmesiyle birlikte bu kuralların ortaya çıkmasını da doğal bir gelişim olarak kabul edebiliriz. 

Uluslararası hukuk adını verdiğimiz kurallar yığını ise çok daha yeni ve daha tartışmalı kuşkusuz. Hukuk kavramıyla ilgili olarak yukarıda ortaya attığım izahat denemesi doğrultusunda “erk”i tarif etmek dönemsel olarak biraz daha kolay olsa da kitleyi tanımlamak güçlük arz edebiliyor. Böyle olunca varlığı yokluğu, geçerliliği, meşruiyeti ve uygulanabilirliği tartışmalı bir kavramla karşı karşıya kalıyoruz.

Tarihsel süreç

Tarihte devletler arasında çok eski ikili anlaşmaların varlığını biliyoruz. Kadeş gibi. Bununla birlikte uluslararası hukuk diye adlandırdığımız kavramın gerçek anlamda ortaya çıktığı tarih olarak 1648 kabul ediliyor. Westphalia Barışı veya Anlaşmasının tarihi bu.

Biraz ansiklopedik bilgi verecek olursak, Westphalia Anlaşması Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içinde mezhep ayrılığı sebebiyle baş gösteren ve zaman içinde Fransa, İngiltere, Hollanda, İsveç gibi Avrupa’nın belli başlı devletlerinin de müdahil oldukları Otuz Yıl savaşlarını bitiren anlaşma olarak biliniyor. 

Bu anlaşmayı öncekilerden ayıran ve uluslararası hukukun temeli olarak kabul edilmesini sağlayan ise bugün diplomasi ve uluslararası hukukta sıkça başvurduğumuz egemenlik, içişlerine karışmama, sınırlar gibi kavramları gündeme taşımasının yanında çok taraflı nitelik taşıması. Devletlerarası ilişkilerde çok taraflılığın devreye girmesi tarafların birtakım ortak davranış kurallarının benimsenmesi gereğini de beraberinde getiriyor.

Tarihsel süreçte değinmek istediğim son nokta bu davranış kuralları arayışının genellikle büyük bir çatışmanın ardından çıkması ve varlığını bir sonraki çatışmaya kadar eriyerek de olsa sürdürmesi…

Napoleon savaşlarının ardından 1815 Viyana Kongresi sonucunda benimsenen Metternich sistemi, genel kabule göre 1848 ihtilalleriyle sona eriyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Milletler Cemiyeti, II. Dünya Savaşı’na giden süreçte tarihe karışıyor. Nihayet II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve bugün ne işe yaradığını tartıştığımız ve anlamsız aritmetik formüllere konu olan Birleşmiş Milletler Örgütü kuruluyor.

Başka bir deyişle uluslararası alanda uyulması beklenen kurallar krizler ve savaşlar sonrası güncelleniyor.

Bugüne doğru

Tarihsel sürecin sonrasında BM ile uluslararası hukuk arasındaki bağlantıya bakalım. Bir kere sistemi oluşturan devletlerin tamamına yakını bir başka devletle imzaladığı herhangi bir kağıdı BM’ye bildirerek kayda geçirtiyor. Bir anlamda BM bir tescil kurumu işlevi görüyor.

Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmeyelim. BM’ye tescil ettirdiğiniz bir anlaşmanın geçerliliği, uygulanabilirliği veya uygulanamazlığında bir değişiklik olmuyor. Kimi siyasilerin başka bir ülkeyle imzalanan  anlaşmayı BM’ye tescil ettirmiş olmayı yalan söylemeyi alışkanlık haline getirdikleri halklarına başarıymış gibi yutturmaya çalıştıkları bir ülkede bu anımsatma gerekli.

BM’nin uluslararası hukuk bakımından diğer önemli işlevi ise küresel boyutta birtakım düzenlemelere ismini vermesi. Bu düzenlemeler BM’nin düzenlediği bir konferans veya süreçte tartışılıyor, benimseniyor ve ortaya bir BM Sözleşmesi çıkıyor. Aklımıza gelen ilk örnek BM Deniz Hukuku Sözleşmesi. Ülkeler buna katılıp katılmamakta serbestler ama yaygın bir katılım o sözleşmeyi ister istemez bir norm veya en azından referans haline getiriyor.

Sıkça duyduğumuz, bildiğimiz gibi uluslararası hukuk, güçlünün hukuku. Bunda kuşku yok belki ama dünyadaki pek çok olgu gibi bu da siyah-beyaz basitliğinde değerlendirilebilecek bir şey değil.

Elbette kuralları, bunları uygulama, uygulatma gücüne de sahip olanlar belirliyor. Bununla birlikte uluslararası sistemin, hiçbir aktörün her istediğini, her zaman yapabildiği bir ortam olduğunu söylemek mümkün değil. Belki de bu yüzden en güçlü uluslararası aktör bile zaman zaman uluslararası hukukun kendi işine yarar bir bölümünü bulup herhangi bir eylemini buna dayandırarak bir tür meşruiyet inşa etmeye çalışıyor. Varlığı veya ne işe yaradığı çok tartışılan uluslararası hukuk bu noktalarda elverişli bir araç olarak devreye giriyor.

Yukarıda özetlediğim tarihsel koşullarda oluşan uluslararası hukukun yazılı metinleri ve mümkün mertebe genişçe yorumlanmaya müsait boşluklar bırakıyor. Bu bir yandan bilinçli bir tercih zira hiçbir devlet kaçamayacağı bir kafese girmek istemiyor. Öte yandan da koşulların hızla değişmesi nedeniyle kimi kuralların kapsamı yetersiz kaldığından bu yolun açık tutulması zorunluluk arz ediyor.

Sonsöz yerine somut bir örnek

Kıbrıs sorununu ele alalım. Kıbrıs Cumhuriyeti'ni kuran 1960 tarihli Zürih ve Londra anlaşmaları var. Kurulan yapı o dönemki emperyalist hesapların da etkisiyle son derece atipik. Tam egemenliğe sahip olmayan, ismi konulmamış da olsa federal nitelikli bir devlet. Devletin iki ortağı, üç ağabeyi var. Anlaşmalar bütünü içerisinde yer alan Garanti ve İttifak Anlaşmasına göre Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde anayasal düzenin garantörü olarak belirlenmiş. 

Kıbrıs sorununu takip ediyorsanız şu sözü sık sık duyuyorsunuz: “Efendim biz garantör olarak Kıbrıs Türk Halkı’nın veya KKTC’nin haklarını ….”  İyi de siz neyin garantörüsünüz? Anlaşmaya göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nin. 1974’te Türkiye Kıbrıs’a çıkartma yaptığında dayandığı hukuki temel bu. Daha açık söyleyelim, “Enosis yanlısı darbe Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürdüğü için müdahale ettik”. Peki şimdi Kıbrıs Cumhuriyeti nerede? Türk tarafının tezine göre Rumlar alıp dağa kaçırdılar yani yıkıldı, ortadan kalktı. Olmayan Cumhuriyetin garantörlüğü nasıl olacak? Hımm, o zaman biz de KKTC’nin garantörü oluruz. Olabilir miyiz? Anlaşmaya göre hayır. 

Peki Türk tarafı bunu savunduğunda, yani Anlaşmaya uymadığında, bunun bir yaptırımı var mı? Yani birileri ulusal hukukta olduğu gibi, sizi mahkemeye verip, suç işlemiş olduğunuz için, örneğin para cezası veya hapis cezasına çarptırabilir mi? Çarptıramaz. Öyleyse devam edebiliriz aynı sakızı çiğnemeye.

Uzun sözün kısası; uluslararası hukuk var. İşinize geldiği zaman, işinize geldiği kadar.