Kimsenin yönetemediği, yönetemeyeceği bir ülke radikal değişikliklere açık bir ülkedir. Bugün akıldan çıkarılmaması gereken budur.

Ülkeyi yönetebilirler mi?

“Şu an yönetiliyor mu ki?” 

Bu haklı sorunun beraberinde ülkeyi kimin nasıl yönetebileceği problemi gelir.

Problemin bir kısmı şu anki gidişatın ne kadar sürdürülebilir olduğuyla ilgiliyse diğer kısmı da ülkeyi yönetebileceğini iddia edenlerin neye güvendikleriyle ilgili.

Biriken gerilimi seçimle atlatmak, sıkışma noktalarını kazasız belasız açmak ve yeni bir “uyum”a bağlamak sermaye sınıfının büyük projesi. 6’lının masasından ibaret olmayan bu projeye kuşkusuz büyük yatırım yapılıyor. Bir kısım buna güveniyor.

Halbuki ne Türkiye’nin ne de farklı masalarda yan yana gelenlerin hâli istenen uyumun yakalanmasının kolay olabileceğini gösteriyor.

Kılıçdaroğlu ve Akşener’in ağzından NATO’culuğun dürüst ilanı, 6’lının heyecan yaratmayan toplantısı, Erdoğan’a yeni bir umut kapısı olabilecek uluslararası koşullar… Bunların tabloyu netleştirdiğini herhalde düşünmeyeceğiz.

Üstelik savaşla değişen atmosfer, kuralsızlığın yerleşiklik kazanması tehlikesi sert dönüşlerin ve müdahalelerin önünü açtığı gibi “sinirleri alınmış bir halk” yaratmanın zorluklarına da işaret ediyor. Böyle bir atmosferde “güçlendirilmiş parlamenter sistem”den heyecanlanmak kolay değil…

Bu gelgitli hâl nasıl aşılacak? Buradan “birilerinin” işi şansa bıraktığı sonucunu çıkarabilir miyiz?
 
Aslında problemin küçük kısmı şansla, büyük kısmı ise sistemin alternatif çıkarma kapasitesiyle ilgili.

Peki sistem nasıl alternatif yaratır? 

İşin bir kısmını burjuva siyaset kurumu, devlet aygıtı ve kadrolar oluşturuyor ama diğer önemli kısmını da devletin asıl sahibi olan burjuvazinin oyun kurma kabiliyeti: 20 yıllık iktidarından sonra AKP’nin yerini başka bir şey alacaksa eğer bu iyi planlanmış bir şey olmalı, vakumun sistemi tehlikeye düşürecek bir yere evrilme tehlikesi bertaraf edilmeli.

Sistemin tehlikeye düşmesinden kasıt doğru anlaşılmalı: halkın masayı dağıtması. Ve Türkiye burjuvazisinin alternatif yaratma, dönüşüm yönetme kabiliyetindeki dönüm noktası da tam olarak burada ortaya çıkıyor.

1980’e giden yıllar birden fazla alternatifin arka arkaya ortaya çıktığı, kimi zamansa planlı bir çalışmanın ürünü olarak sahaya sürüldüğü bir büyük dönemeç olmuştu. Milliyetçi Cephe hükümetleri, CHP’nin tek başına ipleri eline alma ihtimali, AP-CHP birlikteliği ve birkaç başka olasılık farklı partilerin, siyasi karakterlerin burnunun dikine gitmeleri, itiraz etmeleri, kabul etmemeleri nedeniyle sürekli boşa düşüyordu.

Esasında sorun siyasetin doğasında var olan inatçılık değildi. Aynı karakterler “birileri” istediğinde masalarda birleşiyor, planlar yapıyor, işbirlikleri geliştiriyordu. Dönemin özgüveni yüksek siyasetçisi Ecevit’in adının arabulma, “yapıştırma” kabiliyeti yüzünden “404 Bülent”e çıktığı bir dönemden bahsediyoruz. Memlekete komünizm gelmesin diye herkesin “sorumlu” hareket ettiği bir dönemden…

Sorun kişileri, karakterleri uzlaşmazlığa ittiren basıncın nereden kaynaklandığıyla ilgiliydi. Sol büyük tehditken, sahtesi dahi olsa sola taviz vermek Türkiye sağının “sorumlu” siyasetçileri için bile zordu. Fazla taviz bir açıdan siyasi ölüm demekti. 

Çünkü siyaset, yönetme yönlendirme işi olduğu ölçüde alternatif olma işiydi de. Ve bu, ayrım noktalarının belli olması demekti. Ama sağ kendi başına oyun da kuramıyordu, denemeleri meşruiyet kazanmıyor, çözüm sunamıyor ve kısa ömürlü kalıyordu.

Bu kilitlenme demekti: Her çözümün önünün başka bir yerden kapandığı bir çıkışsızlık. Buna uzun süre katlanılması mümkün değildi.

Türkiye burjuvazisinin buradan çıkardığı büyük ders, ayrım noktalarının törpülenmesi, parti olmayan partilerin, “akışkan siyaset”in hakim kılınmasıydı. İki “ittifak” bunun tepe noktası oldu.

Kimin neyi savunduğunun belli olmadığı, sinirlerin baskılandığı, çatlak seslerin yatıştırıldığı bir büyük “yapıştırma” operasyonu… Bugün bunun ekmeğini yiyorlar.

Ama bunun başka bir açıdan sorun ürettiğinin de farkına varılması gerekiyor. Siyaset alternatif üretme, güven verme işidir ve bu bazı ayrım noktaları olmadan, belli bir süreklilik yakalanmadan gerçekleşemez. 

Düşman belirlemenin, laf cambazlığının, popülizmin sınırları ve kullanım süresi var. Sinirleri baskılamanın, yapıştırma işleminin olduğu gibi.

Erdoğan’ın 6’lıya “bunlar ülke yönetemez” diyerek yüklenmesine olanak sağlayan zaaflar beş benzemezin işte bu sınırlarıyla ilgili.

Halbuki buradan bir çıkış yok. Bu gelgit, bu “rekabet” ne kalıcı bir enerji ne kalıcı bir tazelenme üretebilir, fiilen üretemiyor da. Bunun asıl nedeni de bellidir: halkta giderek büyüyen rahatsızlık ve değişim isteği.

Yıpranmış bir AKP bunu sağlayamaz, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” bunu sağlayamaz, bugünkü Türkiye’nin yaratılmasında sorumluluğu olanlar bunu sağlayamaz.

Sağlanamadığı noktada alternatifler tükenir. Ve alternatifler bazen çok hızlı tükenir. Kimsenin yönetemediği, yönetemeyeceği bir ülke radikal değişikliklere açık bir ülkedir.*

Bugün akıldan çıkarılmaması gereken budur.

  • *. 1979’da MESS başkanı, 1983’te başbakan olan Özal’a 79’da “radikal bir değişime ihtiyaç var” dedirten ülke alternatiflerin hızla elendiği bir ülkeydi. Özal’ın “radikal değişimi”nin ne olduğu kısa zaman sonra anlaşılacaktı.