Nedeni tahlil ve teşhis etmek yerine meseleyi akademik ünvanlı ucuz siyaset simsarlarına  bırakırsanız, sorunu çözemeyeceğiniz gibi sadece zaman ve enerji değil, insanlığınızı da kaybedersiniz.

Ucuz siyaset, pahalı düzen

Bilebildiğim kadarıyla iktisatta ucuzluk kavramını tanımlamanın yollarından biri fayda maliyet analizidir. Bir ürünü elde etmek için harcadığınız kaynak o ürünün size getireceği faydadan ne kadar az olursa o ürünün o kadar ucuz olduğunu düşünebilirsiniz. Fayda maliyet analizi salt iktisatta geçerli bir yöntem değildir. Siyasette de kullanılır.

Burjuva siyasetinin sevmediği konular vardır. Emek sömürüsünün ortadan kaldırılması veya konut sorununun çözülmesi  gibi. Türkiye’de veya “ileri demokrasiler”de en heyecanlı seçim ortamında dahi bu meselelerin tartışıldığını duyamazsınız. Bir kişinin değil, bir liranın bir oy değeri taşıdığı sistemde bu konuların getirisi götürüsünü karşılamaz. Bu yüzden düzenin ve onun sahibi sermayenin çarklarına dokunmak burjuva siyasetçisinin işine gelmez. Sermaye ceza kesebilir. Yüksek maliyetten kasıt iktidar nimetlerinden uzaklaşmaktır. Kâr odaklı siyaset anlayışının bundan daha fazla korktuğu hiçbir şey yoktur.

Geçen hafta değindim. Siz bu yazıyı okurken Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu tamamlanmış olacak. Büyük olasılıkla sermayenin asıl adayı Macron, sermayenin yedekte tuttuğu faşist aday Le Pen’i aşıp ikinci kez Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak. Geçen hafta bu iki aday televizyonda tartıştılar. Program Fransa Milli Rugby takımının bir maçı kadar dahi izlenmedi. Macron ve Le Pen’in tartışmalarının odağındaki konulardan biri ülkede yaşayan Müslüman topluluklardı. Le Pen “seçilirse hayvanları çok sevdiği için mezbahalarda helal ve koşer kesime izin vermeyeceğini” söyledi. Kurulduğu günden bu yana militanları sokaklarda esmer adam tartaklayan, kimi zaman da öldüren Ulusal Birlik (RN) liderinin bu “hassasiyeti” hayvanseverleri çok duygulandırmış olsa gerek. Yıllardır Putin yönetimi tarafından “fonlanan” Le Pen, sokakta başörtüsüyle dolaşılmasını da yasaklayacağını, polisin bu şekilde dolaşanları uyaracağını ve cezalandıracağını da buyurdu. Bu Putin “detayı”nı neden koydun derseniz, aynı Putin’in sakallı uzantısı  Kadirov’un birliklerinin Ukrayna’da “Allahuekber” nidalarıyla yaptığı fetih görüntülerinden ötürü aklıma gelmiş olabilir. Geçelim. İlk iktidar döneminde çıkarttığı “ayrılıkçılık” yasası, göçmenler konusundaki katı tavrı ve uyguladığı polis şiddetiyle ne kadar “insansever” ve “demokrat” olduğunu kanıtlayan Macron ise “iç savaş mı çıkartacaksınız?”, “Polisin iş güç yok, başörtülü mü kovalayacak?” tarzındaki savunmasıyla kolay gol, hatta goller buldu. Macron, sınırları göçmenlere daha da kapatacaklarını vurgulayarak faşizm canavarının tüylerini doğru yönde okşamayı da ihmal etmedi.

Fransa’da kabaca altı aydır süren seçim kampanyasının özetiydi iki adayın tartışması aslında. Dünyanın en zengin ülkelerinden birinde neden kitlelerin hızla yoksullaştığı, yüzbinlerce üniversite öğrencisinin neden günışığı alan ve küf kokmayan bir yerde barınamadığı, neden gecelerini ücretsiz yemek kuyruklarında geçirdiği sorusu kampanyanın odağına oturmadı, oturtulmadı. Sermayenin hâkim olduğu televizyonlar bunun yerine, içlerinden çıkan bir nefret söylemcisinin, Eric Zemmour’un yabancı düşmanı ve ırkçı pisliklerini yaymayı, tartışmanın göbeğine bunu yerleştirmeyi tercih ettiler. 

Bu ortam sayesinde göçmen/yabancı düşmanlığı Fransa’da o kadar ucuzladı ki, Fransa’nın maalesef en çok izlenen haber kanalı olan ve yayın çizgisi ABD’deki Fox News’e fena halde benzeyen BFM kanalı bir haber bülteninde “sıvı yağ konusunda yaşanan sıkıntının yaklaşan Ramazan sebebiyle Müslümanların artan talebinden kaynaklandığını” iddia edebildi.

Geçen hafta bir başka haber kanalı LCI’nin yöneticisi, Fransa’da piyasalaşan tarımın boğduğu küçük çiftçilerin intiharlarını “Müslümanların Ramazan ayında çiftliklerden koyun çalmasına” bağlamaktan dahi utanmadı. 

Yine uzun uzun Fransa anlattım, sıkıldınız belki. Bırakın bir dine mensubiyeti, içinde biraz insanlık ve vicdan barındırabilen herkes gibi öfkelendiniz de umarım. Uyduruk listeler yayınlayıp Fransız markalarını boykot edelim, diplomatik temsilciliklerine siyah çelenk koyalım, hiç değilse sosyal medyadan Fransa’ya sövelim de rahatlayalım gibi düşünceler geldi aklınıza. Sanki bu olgu salt Fransa’ya aitmiş, göçmenler ve yabancılar üzerinden ucuz siyaset sadece Fransa’da yapılıyormuş gibi esip gürleyelim diyorsunuz.

Hiç zahmet etmeyin. Dönüp birkaç haftadır Türkiye medyasına hâkim olan tartışmalara bakın. Halkın yarısının açlıkla boğuştuğu, buna karşılık üç-beş sermayedarın ve onların siyasi ortaklarının her gün daha da zenginleştiği, bankaların kâr rekoru kırdığı bir ülkede neyin konuşulduğuna bakın. İsimlerinin önünde Prof. Dr. ünvanı bulunan fırsatçıların sabah akşam tutuşturmaya çalıştıkları düşmanlık fitiline ve onları alkışlayanlara bakın. Kendilerini kentli, “çağdaş”, muhalif, hayvansever filan diye tanımlayan koca bir kitlenin neyi, kimi alkışladığına  bakın.

Peki, Türkiye’de bir göçmen sorunu yok mu? Var. Hangi ülkeye 10 yıldan az bir sürede nüfusun %10’u kadar göçmen gelse büyük bir sorun yaratır. Nedeni tahlil ve teşhis etmek yerine meseleyi akademik ünvanlı ucuz siyaset simsarlarına  bırakırsanız, sorunu çözemeyeceğiniz gibi sadece zaman ve enerji değil, insanlığınızı da kaybedersiniz. 

Kimilerine göre sayıları 9 milyona ulaşan göçmenlerin farklı hikayeleri var. Suriyelilerin, Afganların, Pakistanlıların, Özbeklerin, Türkmenlerin durumları farklı olduğu gibi, sayıları hiç de az olmadığı halde, çok daha az duyduğumuz İranlılar da var. Bu gruplarının her birinin kendi içlerinde büyük farklılıklar var. Örneğin ÖSO’ya yakın oldukları için himaye edilen hali vakti yerinde Suriyeli işverenler ile iş piyasasında güvencesiz çalıştırılanlar aynı kapsamda değerlendirilemez. Afganlar özelinde, Türkiye’nin geçen yüzyıldan beri kolladığı R. Dostum ekibinin pek de meşru sayılamayacak bir ticaret dalında faaliyet gösteren uzantıları ile İçişleri Bakanının kendi ağzıyla söylediği gibi üç otuz paraya çobanlık yapanların durumu aynı değil. Bunların ayrıntılarını işin uzmanlarına bırakalım. 

Göçmen sayısının bu ölçüde şişmesinin üç temel nedeni var. Birincisi Akepe’nin Suriye iç savaşına müdahil olması, ikincisi Akepe’nin AB ile yaptığı geri kabul anlaşması, üçüncüsü ise yine Akepe’nin emek maliyetini düşürmek isteyen sermayeye sağlamakla yükümlü olduğu olanaklar. Bunların ortak noktası Akepe gibi görünüyor olabilir ama değil. Maliyeti her geçen gün her birimiz için daha da artan kapitalist düzenin ta kendisi. 

Bunun sağlamasını yapmak elinizde. Bugün “göçmenleri göndereceğiz!” diye yeri göğü inleten şahıs, parti ve parti görünümlü nefret üretme kulüplerinin hangisi aynı cümle içerisinde “Suriye’den derhal çekileceğiz, AB ile geri kabul anlaşmasını iptal edeceğiz ve insanın insanı sömürmesini engelleyeceğiz” diyebiliyor?

Bu köşenin okurları yanıtı biliyor.