Uçkur davası psikoanaliz olmadan olur mu? Psikoanalizin kurucu babası Freud’a göre insanlar ilk zamanlarında zalim bir atanın sultası altında sürüler halinde yaşamaktaydı.

Uçkur davası

Uçkur, şalvarı ya da iç donu bele bağlamak için kullanılan bir tür ipti. Dokuma ve lastikten yapılıyor, şalvarı tutmaya yarıyordu. Tabii tuttuğu bölge itibariyle “sıkı” olması tercih edilirdi. Uçkuru gevşek bıraktın mı, çözülebilir, tuttuğu bölge kontrolden çıkabilirdi. “Uçkuru gevşek” deyimi de buradan türedi, cinsel isteklerinin tutkunu olmak durumuna karşılıktır. Osmanlı’da çok rastlanır bir durumdu. Hedonism, Osmanlıcasıyla “Lezzetiye” veya “Şehvaniye” bu duruma karşılık geliyordu. Saraydan başlayarak, silsile-i meratibe içinde, varlıklı sınıf şehvaniye felsefesine yatkındı. Cariyelik müessesi yerindeydi, kaldı ki erkek aşkı da pek bir meşruydu. Osmanlının uçkuru gevşektir, temelinde hazcılık ve şehvete düşkünlük var.

Hazzı, hedon, bir felsefe öğretisine temel yapan kişinin Kirene’li Aristippos olduğunu biliyoruz. Sokrates de kullanmış kavramı, “bilgili adam ilerideki haz için şimdiki acıya katlanır. Bilgisiz ise her durumda şimdiki hazzı tercih eder” demiş. Demek ki, bilgi, anlık hazdan vazgeçmeyi öğretir insana.

19. yüzyılda İngiliz faydacılığına ilhamını vermiş bu felsefe okulu. İngiliz filozof Jeremy Bentham faydacılığını bu kavramdan türetmiş. Bentham, insanları, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya getirmeye çalışan canlılar olarak görüyordu. Anlayacağınız, Bentham’ın insanı piyasa toplumunun burjuvasıydı. Tek amacı fayda sağlamak olan çıkarcı bir tipti bu. Ne var ki, Bentham bu kavramı ilahiyatçı Joseph Priestley’e borçlu olduğunu söylüyordu. Priestley aynı zamanda bir bilgin ve mucitti. Ancak onun bilimi, teolojisinin ayrılmaz bir parçasıydı, Aydınlanma rasyonalizmini Hristiyan teizmiyle birleştirmeye çalışıyordu. Belli ki haz-şehvet ile inanç arasında dolaysız bir ilişki var, bakarız, öğreniriz.

Ama tabii tarih uçkur davasından ibaret değil. İnsanlığın serüveni, hazzı ve giderek şehveti kontrol altına alma çabasıyla başlıyor. Topluluk halinde yaşamaya başlayınca kural getiriyoruz ve şehvetten vaz geçiyoruz. Başka bir deyişle, hayvani dürtülerden kurtulup insan olmaya adım atıyoruz. Bireysel içgüdülerimizi, toplumsal bir hayvana dönüşerek, bastırıyoruz; Sokrates’in bilgili insanına dönüşüyoruz. Uçkuru giderek daha bir sıkı bağlıyoruz demek bu. İnsanlık davası uçkur davası değildir.  

***

Uçkur davası psikoanaliz olmadan olur mu? Psikoanalizin kurucu babası Freud’a göre insanlar ilk zamanlarında zalim bir atanın sultası altında sürüler halinde yaşamaktaydı. Bu zalim ata, sürünün bütün kadınlarını tekeline alıp, yetişkin oğullarını sürü dışına atıyordu. Atılmış oğullar bir fırsat bulup babalarını öldürdüler ve yediler. Öfkelerini yatıştırdılar ama pişmanlıkla da tanışmış oldular böylece. O pişmanlıkla ölmüş atayı temsil eden bir totem hayvanını atanın yerine koydular. Belli zamanlarda, tıpkı atalarına yaptıkları gibi, totemi de öldürerek yiyorlardı. Ahlak ve dinin ilk tezahürüdür

Zalim ata ölüp çekilince katil oğullar baba mirasına konmak üzere aralarında uzun ve amansız bir mücadeleye girişti. Her biri mirasa tek başına sahip olup zalim ataya dönüşmek istiyordu. Ama ata yenilmişti bir kez, bu mücadelenin durumu eski haline dönüştürmesi mümkün değildi. Ayrıca oğullar, uzun bir dönem, sürünün dışında bir arada yaşamışlardı. Bütün bunlar kardeşler arasında bir birliğin kurulmasını mümkün kılıyordu. Bu da bir çeşit toplumsal sözleşmenin doğmasını yol açtı. Sözleşme, içgüdüleri bastırmayı gerektiriyordu, artık ataları gibi saldırgan olmayacaklar, anne ve kız kardeşlere sahip olma arzusundan vaz geçeceklerdi. Psikoanalitik yaklaşıma göre yasak aşk ve dış evlilik de böyle doğdu.

“Totem”in izinden giderek söylüyorum, demek ki dinde de saldırganlığın ve uçkur davasının etkileri var. Kuralı inanca dönüştürüyoruz-çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, zina yapmayacaksın-ve uyulmasını inançla garanti altına almaya çalışıyoruz. Ama bu aynı zamanda insanın gerçeği görmesini zorlaştırıyor. Din bir kez temellerinden koptuktan sonra insanla bağı kopuyor, tanrısal bir emre dönüşüyor. Halbuki insanın sadece doğayla mücadelesinin izleri değil, sonsuzluk, adalet, eşitlik gibi tüm arayışlarının ve çaresizliklerinin karşılığı dinde var. Din insanlara iyiliklerinde ödül, kötülüklerin de ceza vaat ediyor. Rahatlatıcı ve tabii itaat talep eden bir vaat bu.

Demek ki karşılaştığımız her sorunla ve o sorunu çözmek için attığımız her adımla insan olmaya daha bir yaklaşıyoruz. Freud’un dediği gibi, uygarlık, insan içgüdülerinin sürekli boyun eğdirilişine dayanır. İçgüdüleri bastırıp yerine elastik davranışlar koyduğumuz bir tarihin ana hatları ortaya çıkıyor böylece.

***

Ancak tabii “Şehvaniye” felsefesi de el altından hükmünü sürdürüyor. Üstelik bu felsefe dinde kendine bir dayanak buluyor. Cennet, onlara bakılırsa bir tür ilkel cahiliye durumu. Bütün babaların ve bütün oğulların, bütün kadınlara- kaynaklar sınırsız artık- sahip olabildiği bir hayvan sürüsüne dönüş arzusu bu. Evrimin belli bir aşamasında takılıp kalma hali bir anlamda. Tabii dünyevi tezahürleri de kaçınılmaz. İlkel dönemine geri döndürülmüş hazzın bir şekilde bu dünyada karşılığını bulmayacağını düşünemeyiz. Duyduğunuz kadın ve çocuk çığlıklarının arka planı işte bu.

“İslamcılar evrimin işte tam bu aşamasında takılı kaldılar. İslamcı, dürtüselliğin Allah korkusu dışında (o da belki) hiçbir şekilde yönetilemediği, her an her yerden cinsel bir uyarımın gelebileceği bir dünyaya inanır ve benliğini böyle örgütler. Bütün ödül-ceza mekanizmaları, (oruç, yanmak, kurban kesip yemek, zina) her şey beden, haz, etrafında döner. Yedinci yüzyıl çöl dünyasının duygulanımlarını benimser ve bu duygulanımların bedensel tatmin dışında çok az hedefi vardır. Bütün mesele (içgüdüsünü) nasıl, hangi şartlarda, kimle tatmin edileceğidir.” Bu satırları Yasemin Varlık’tan ödünç aldım. Varlık’ın dediği gibi bu zihniyetin öte dünyası da, cennet, sınırsız bedensel tatmin umuduyla sınırlı. Oysa bu içgüdüyü ancak bilimle, sanatla, edebiyatla yaratıcı bir yeteneğe dönüştürebiliriz. Eşit ve özgür bir toplum gibi, eşit ve özgür bir aşk mümkündür.

“Kötülük yapmamasının tek nedeni inancı olan insandan korkarım” demişti Suriyeli Şair Adonis. Bağlarından kurtulmuş inançlı kötülükten daha korkunç bir şey yoktur. Olmamışlar inançlarına sığınır. Ahlak ise laiktir, uygarlığın ürünüdür; dinle, imanla, tanrıyla hiçbir bağı yoktur. Ahlaklı olmak için mümin değil, insan olmak gerekir.

***

Bu dinsel kötülük, dünyevi başka bir kötülükten besleniyor. Bentham’ın faydacı piyasa toplumudur bu. Terry Eagleton, “Kötülük Üzerine Bir Deneme”sinde şöyle tarif ediyor o dünyevi kötülüğü; “Kapitalizmi diğer tarihsel yaşam tarzlarından ayıran, onun doğrudan insan türünün istikrarsız, kendiyle çelişen doğasına yönelmesidir. Sonsuz -bitmez tükenmez kâr arzusu, teknolojik gelişmenin hiç durmayan ilerlemesi, sermayenin bitevi yayılmacılığı- hep sonluyu aşmaya ve onu yok etmeye yöneliktir. Aristo’nun da söylediği üzere, nesnelerin değişim değeri potansiyel olarak sınırsızdır, kullanım değerinin çok daha üzerindedir. Kapitalizm sırf varlığını sürdürebilmek için bile sürekli hareket halinde olmak zorunda olan bir sistemdir. Sürekli ihlal onun özünde vardır. Başka hiçbir tarihsel sistem, özünde iyi olan insanın kolaylıkla ölümcül amaçlara yöneltilebileceğini bu kadar açık bir şekilde gözler önüne seremez.” Demek ki insanın uygarlık yolunda yürüyüşünü akamete uğratan bir düzenle karşı karşıyayız.

Bu kötücül düzen toplumu dağıtıp onu iktisadi bir düzeneğe çevirmekle yetinmiyor, aynı zamanda tarihinin insana kazandırdığı elastik davranışları parçalayıp onu içgüdüsel bir hayvana dönüştürmeye çalışıyor. Hedonizmin ağırlığı yeniden insanın omuzlarında. Üretme ve tüketme totemine tapınarak geçirilen ilkel ve vahşi bir hayat bu. Hedonizm yürürlükte olduğu için, arkaik sapkınlıklara da imkân veriyor bu tepetaklak alem. Burjuvalar kadınları kiralıyor, din adamları çocuklara dadanıyor. Mahkemeleri sapkınlığı fikir özgürlüğü olarak görüyor. Bentham’ın tarif ettiği gibi, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya ulaştırma çalışan canlılar toplumu bu. Bu topluma yobazın bedeni etrafında dönen tuhaf, maddeci, hedonist bir inanç pek yakışıyor.

Yozlaşmayı, sürü haline dönüşü, tek başına iktidar aygıtına bağlayamayız demek ki. Pedofili bir suç olmaktan çıktı, çünkü devleti var eden karanlık güç öyle istiyor. Hayvanlara tecavüze hafifletici sebep arıyor düzen, çünkü tabanda yaygın bir suç bu. Ensest bir tabu haline getirildi, çünkü o karanlık meşru görüyor. Daha dün celallenmediler mi “anamızın diz kapağından tahrik oluruz” diye. Sürü haline dönüştür bu.

***

Nedir bu sapkınlığın esası peki? Çok basit; insanı tükettiniz mi altından bir Ortaçağ canavarı çıkar. Dini hesapsız çoğalttınız mı vicdan azalır, ahlak yitip gider, hayat kitapta yazana göre düzenlenmeye başlanır. O da sizi yedinci yüzyılın eşiğine götürüp bırakır. Tabii, yedinci yüzyılda uçkurlar gevşektir, insanların sınırı hazlarıdır. Sürüde böyle olur.


Döndük başa. Bu yola kendimize ve topluma sınır koyarak girdik. Kapitalizmde ve dinde sınır yoktur, insanı öğüterek ilerler, başa dönmemizin sebebi bu. Oysa açık, sınırsızlıkla anca sürü oluruz. Öyleyse uçkur davasının değil uygarlık davasının arkasında sıralanacağız. Laikliği ve uygarlığı savunacağız. Direnmek ilkel sürüden topluma dönüşmemizin tek çaresi, tek yoludur…