Avrupa’ya baktığınızda aydınlanmayı, devrimleri, büyük toplumsal mücadeleleri görmediğinizde elinizde kalacak olan yalnızca kapitalizmin büyüleyici ama aptallaştırıcı teknoloji fetişizmidir.

Türkiye’yi modernleştirmek

Bir zamanlar etrafına örnek olmuş, ilham vermiş bir ülkeydik.

Cumhuriyetin modernleşme projesi, öyle ya da böyle, Türkiye halkını harekete geçiren, yurttaşlarının geleceğe umutla ve beklentiyle bakmasını sağlayan bir dinamizm yaratmıştı.

Aşağı yukarı 1960’lara dek uzanan bu dinamizm kapitalizmin sınırlarına çarptıkça zayıfladı, projenin taşıyıcısı olan yeni kuşak kendi başına kaldı. On yılların sonunda, Erdoğan ve arkasındaki liberallerin hâlâ “jakoben zihniyet”ten bahsedebilmesi için bu projeden epeyce geri adım atılmış olması gerekirdi.

Bir zamanların modernleşmesi Türkiye’de Sümerbank’ı, Etibank’ı, onlarca fabrikayı kurup yönetebilen kadroları yetiştirmiş ama aynı zamanda (bütün eksikliklerine ve sınırlarına rağmen) yüzünü sola, ileri olana dönmüş bir kuşağı beslemişti.

Türkiye daha sonrasında sömürünün en azgın biçimleriyle, suçla, liyakatsizlikle, adam kayırmacılıkla, ciddiyetsizlikle, hemşericilikle, dincilikle ve nihayetinde tarikatlarda patlayıp fışkıran çürümüşlüğün binbir çeşidiyle yüzleşti. Bugünün Türkiyesi bırakalım yeni bir ülke yaratma kıvılcımını, geleceğe dönük en ufak umudunu ve iyimserliğini dahi kaybetti.

Kaybedilenler halkın aslında neyi içten içe aramakta olduğunu da gösteriyordu. Türkiye kaybettiği o enerjiyi ve kendine güveni tekrar yakalamalıydı. 

Hurafenin yerine aklın, hemşericiliğin yerine liyakatın, bencilliğin yerine toplum olma ve birlikte yaşamanın, kuralsızlığın yerine yurttaşlığın geçebilmesi için, sinmişliğin ve kabullenmişliğin yerini değiştirme azminin alabilmesi için yeni bir atılıma ihtiyaç var.

Peki bu atılım kendi enerjisini nereden bulacak?

Modernleşme, çağdaşlaşma, uygarlaşma diyoruz. Çağın gereksinimlerini yakalama…

Türk modernleşmesinin en cüretli anlarında hissedilen sadece ve basitçe aynı çağın ülkelerini, daha somut ifadeyle Batı’yı yakalamak değildi. Bununla sınırlı kalan hiçbir proje geleceğe dönük gerçek bir enerji ortaya koyamazdı, halkına heyecan veremezdi.

Eğer bu kavramdan anladığımız şey bir tür atılımsa, böyle bir proje ancak geçmişin ileri atılımlardan güç alabilir ancak onlardan beslenebilirdi. Yoksa bundan yüz yıl önce bu topraklarda halkçılık bahsinde Rousseau’nun tartışılmasının anlamı ne olabilirdi?

Çünkü Avrupa’ya baktığınızda aydınlanmayı, devrimleri, büyük toplumsal mücadeleleri görmediğinizde elinizde kalacak olan yalnızca kapitalizmin büyüleyici ama aptallaştırıcı teknoloji fetişizmidir.

İslamcıların dillerine pelesenk olan “Batı’nın ahlaksızlığı”, dinci zihniyetin anladığının aksine, kapitalizmin bu aptallaştırıcı yüzüdür. Türkiye tam da bu zihniyetin sayesinde Batının ahlaksızlığını almış, onda değerli olan ne varsa çöpe atmıştır. Batının teknolojisiyle birlikte, bireyciliği, sömürücülüğü ve emperyalistliği alınmış ve toplumsal adaleti, akılcılığı, dayanışmacılığı, sömürüye baş kaldırışı, eski olandan kopma becerisi maharetle yok sayılmıştır.

Bugün bu kadar “Türkiye şahlanıyor” diyebilmelerinin nedeni, Avrupa’nın da aynı çelişkilere boğulmasındandır. Zamanında sömürdüğü ülkelere medeniyet götürme misyonuyla kendini aldatanlar bugün bir göçmen akını sayesinde kendilerini Avrupalılığın ne demek olduğunu tartışır durumda buldular. 

Çünkü Avrupalılık devrim demekti, toplumsal mücadele demekti, işçi sınıfı demekti, ileri gitmek demekti. Bunların olmadığı yerde aranılan Avrupalılığa da ulaşılamıyordu, böylece Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerin ne olduğunu da tersinden ispatlanmış oldu.

Çünkü modernleşmenin hep iki yüzü vardı. Biri kapitalistleşmenin getirdiği olağanüstü hızdı. Kapitalizm katı olanı buharlaştırabilirdi. Ama ikinci yüzü geçmişten kopma cüretiydi. Geçmişten, eski olandan, eski rejimden… 

Fransa’dan devrimi çıkardığınızda cumhuriyeti, yurttaş olmayı, birlikte mücadele etmeyi de unutmanız gerekirdi. Almanya’da Bismarcklı yılların inatçı, kavgacı ve örgütçü işçi sınıfını çıkardığınızda elinizde adalete, refaha, insan olmaya dair hiçbir şey kalmazdı. Nitekim bunlar olmadığında “Almanya’yı modernleştiren” Bismarck’ın “kan ve demir” siyasetinden Hitler’inkine bir çırpıda atlamak da mümkündü…

Türkiye farklısını yaşamadı. Modernleşme projesi 60’larda son demlerini yaşarken geleceğe umutla, azimle, güvenle bakabilenler bu projenin ancak başka bir içerikle yola devam edebileceğini gösteriyorlardı. Türkiye’ye damgasını vuran 60’ları ve 70’leri inşa edenler adalet, eşitlik ve özgürlüğün sınıf kavgasını verenlerdi. Çünkü çağdaşlaşma çağın ihtiyacını kavrayabilmek demekti: Türkiye’nin önündeki sorun, çağın ihtiyacı, o çok “modern” gözüken patronlarından kurtulmaktı.

Çağdaşlaşma projesinin önündeki engel, patron sınıfının ikiyüzlülüğüne, bencilliğine, yalancılığına, gaddarlığına takılmıştı. Türkiye refah yüzü görecek, insanca ve birlik içinde yaşayacaksa önce bu ikiyüzlüler tayfasından kurtulmalıydı. Patron sınıfının yeni olanda yeri yoktu. Patronlardan kurtulmak ülkeyi ileri götürmek için olmazsa olmazdı.

Çünkü modernleşme eski olandan kurtulma, yeniyi kurma iradesiydi. Türk modernleşmesinin en heyecan verici anı Osmanlı’dan ve hilafetinden kurtulduğu andı.

Bu bir enerjiydi ve ancak bir enerji halkına umut verebilir, geleceğe güvenle bakmasını sağlayabilirdi.

Sömürünün, adaletsizliğin, gericiliğin, çürümüşlüğün içinde debelenip gitmek, “büyüyoruz, gelişiyoruz, dünyaya açılıyoruz” ikiyüzlülüğünü son teknoloji telefonlardan izlemek istemiyorsak yeni bir enerjinin gerektiğini anlamak zorundayız. 

O enerjinin ancak geçmişin cüretinden ilham almakla, ancak eskiyeni yıkıp geçmekle mümkün olabileceğini unutmamalıyız.