Çiğnenen onurumuzu da, insanlığımızı da geri alacağız. 'Kulunuz kölenizim, yeter ki iktidarım sarsılmasın' diyenlerin yeri ise Avrupa’dan ithal ettikleri çöplerin yanından başka bir yer olmayacak.

Turizm, Tanıtma ve Mütareke döneminden arta kalanlar

Mesleki alışkanlıktan olacak, turizm deyince benim aklıma hemen tanıtma gelirdi yıllardır. Geçen haftadan beri İstanbul’un işgal yılları da geliyor.

İlk gençliğim 12 Eylül dönemine rastladı. 1982 ve 83’te daha 15-16 yaşlarındayken Türk Kültür Vakfı’nın AFS bursuyla bir okul yılı süreyle yurtdışına gitmek üzere yazılı ve sözlü sınavlara girdim. Sözlü sınavdaki görevlilerin sürekli ve dönüşümlü olarak  “ülkemizi temsil etmek”, “ülkemizi tanıtmak” terimlerini cümle içinde kullandıklarını hatırlıyorum. Öyle ya, ülkemiz çok güzeldi, çok başarılı, çok iyiydi ama yeterince tanınmadığı, haksız iftiralara kurban gittiği  için layık olduğu yerlere gelemiyordu.  Demek ki, her Türk vatandaşının ödevi “ülkemizi tanıtmak”tı.

Fransa’ya gittiğimde ve adım başı “Türkiye’de işkence”, “insan hakları ihlalleri”, “anti-demokratik uygulamalar” söylemleriyle karşılaştığımda, büyüklerimizin haklı olduğunu düşünmüş, büyük bir gayretle memleketin gizli kalmış bir gül bahçesi olduğunu anlatmaya koyulmuştum. Bu çabam iki ay kadar sürdü. Sonra AFS’nin Fransa’daki yetkilileri beni karşılarına alıp “Çocuğum sen buraya mukaddes bir vazifeyle filan gelmedin, farklı bir ülkede, farklı insanlarla yaşama kültürünü öğrenmek için geldin. Sakin ol ve bu süreyi kendini geliştirmek için harca” dediler. Sesimi biraz kıstım ama tam ikna da olmamıştım. Dış güçlerin muhtemelen ülkemizi kıskandıklarını ve üstün vasıflarının öğrenilmesini istemediklerini düşünmüştüm.

O dönemin ardından Özal Türkiye’si bir turizm hamlesine girişti. Kıyılar parsellendi, teşvikler işadamlarına bol keseden dağıtıldı. Cumhuriyetin kazanımları haraç mezat elden çıkarılırken tanıtma dediğimiz kavramın turizm için de önemli olduğu ve birçok şey gibi paraya tahvil edilebileceği anlayışı yerleşti. O yıllarda turizm tanıtımı için yapılan şarkı “Antalya’da mutlu bir Hollandalı”dan söz ediyordu ve kimilerine göre bu “Türk erkeklerinin mutlu etme kapasitesinin” enginliğinden kaynaklanıyordu. Diğer yandan, şarkının sözlerinin devamında “Türk, İtalyan, İngiliz, bir Bodrum gecesinde, rakı bardaklarında kardeşliği bulmalı” denilerek henüz yitirilmemiş bir masumiyetle turizmin halkların yakınlaşmasında bir rolü olacağı düşüncesi de işleniyordu.

Yıllar geçti. Çevremizde arada bir patlak veren savaşların ve bu arada kendi “iç savaşımızın” getirdiği dönemsel daralmalara karşın Türkiye’ye gelen turist sayısı, yakılan ve imara açılan ormanlara ve parsellenen kıyılara koşut olarak artmaya devam etti. Bunda dünya genelinde kitle turizminin gelişmesi de rol oynadı.

Bu dönemlerde de tanıtım ataklarımızı sürdürdük. En büyük pazarımız olan Almanya merkezli kampanyalar hazırlattık. Kubbeler, peri bacaları, balonlar, sürekli gülümseyen konuksever ev sahipleri, çay, kahve ve daha da önemlisi nereden çıktığını kimsenin anlayamadığı “geleneksel elma çayı”… Kılıç kalkan ekipleri yerlerini, her şey dahil tatil köylerinde dönüp duran semazen gruplarına bıraktı. Bir dönem kıskançlıkla  baktığımız Yunanistan’ın turist sayısını önce yakaladık, sonra geçtik.

Aslında, bu gelişmenin özü ve ne anlam ifade ettiği üzerinde düşünmek için Yalçın Küçük’ün TİT kavramına göz atmak  yeterliydi. Ülkelerin çevresini tahrip eden, çalışanları köleleştiren ve kalkınmayı hiç gelmeyecek bir geleceğe erteleyen Tekstil, İnşaat ve Turizm sektörlerini bu kavramla özetliyordu Yalçın Hoca. Turizm alanındaki emek sömürüsü, esnek ve geçici çalışma pratikleri, Türkiye’nin “fiyat/kalite” orantısı bakımından birçok rakibini geride bırakmasına sebep oldu.

Yanlış anımsamıyorsam 2010 civarında Türkiye Avrupa’nın birçok ülkesinde ve bu arada Rusya ve yakın çevresinde, ilk üç destinasyon içerisindeydi. Üstelik bir süredir ayağı alışmış olan Arap halklarının yanında piyasaya yeni giren Çin ve Hindistan gibi ülkelerden, Malezya’dan, Endonezya’dan da turist akıyordu. Zaman zaman Avrupa’da çeşitli siyasi nedenlerle başlatılan “Türkiye’ye gitmeyin” kampanyalarını istihzayla izleyip, “siz gelmezseniz, sırada bekleyenlere yer açılır” yollu yanıtlar verecek hale gelmiştik.

Turizmin bu şekli her haliyle kitleseldi. Rakı bardaklarında kardeşliği bulmak gibi “naif” yaklaşımlar unutuldu. Dünyayı avucuna alan turizm tekellerini ve onların ülkedeki komprador uzantılarını zengin etmeyi önceleyen ve emek sömürüsünü zirveye taşıyan küresel sistem bizde de egemen oldu. Uçaklar dolusu ziyaretçi, dünyanın çeşitli yerlerindeki benzerlerinden hiç farkı olmayan tek tip tatil köylerine boca edildi. Bunların çoğu kimi zaman hangi ülkede olduklarını bile fark etmeden uçaklarına binip ülkelerine geri gittiler. Ürettikleri kirlilik bize kaldı, bıraktıkları para sermayeye aktarıldı.

Şunu da unutmayalım: Reel sosyalizmin dünya sahnesini geçici olarak terk etmesinin alabildiğine cesaretlendirdiği kapitalizm hayatın bütün alanlarını cehenneme çevirirken turizmi de ihmal etmedi. Halkların birbirlerini tanımalarına ve anlamalarına, ırkçılık milliyetçilik zehrinden arınmalarına katkı koyabilecek bir sektör, 1990’lı yıllardan sonra bir ur gibi büyüdü, kirlendi ve kirletti. Çevre tahribatından pedofiliye her türlü sömürü ve alçaklığın ürediği bir alan haline geldi.

Bu eğilimin Türkiye’ye somut olarak yansımalarını yıllardır izliyordum ama geçen hafta yaşananlar Frenklerin deyişiyle pastanın üstündeki kiraz tanesi oldu. Bir halkın onurunu korumanın tarifini “en kahraman Rıdvan”larla dolu uyduruk tarih dizileri çekerek ve kitlesinin ellerinde teneke kılıçlarla ekrana seğirtmeleriyle yapan bir rejim, iktidarını birkaç hafta daha sürdürmek için ihtiyaç duyduğu kaynağı elde etme umuduyla kimliğini ve niteliğini mükemmelen ortaya koyan bir işe imza attı: “Keyfinize bakın, hizmetçilerinizi aşıladım” dedi.

Ümmet derken kul diyen ve aslında kulluk ile kölelik arasında hiçbir fark olmadığını unutturmaya çalışan bir yönetim anlayışından zaten başka bir şey de bekleyemezdik.

Bu zihniyet uzaydan gelmedi. Onların ataları veya sevdikleri terimle ceddi hep burada, bu topraklardaydı. Sevr Anlaşması’nın altına imza konulduktan sonra “Düvel-i muazzama ile oyun olmaaaz!” diye höyküren feslilerin, İngiliz Muhipler Cemiyeti’nde toplaşan mollaların, son kullanma tarihi dolunca işgal ordusunun donanmasına sığınıp tek yönlü bilet ve haremiyle kaçanların attığı tohumların harmanıdır karşımızdaki. 

Neyse ki, aynı topraklarda başka zihinler de yeşerdi. “Ya istiklal, ya ölüm” diyenler, “Düvel-i Muazzama” ve fesli, sarıklı işbirlikçilerini süpürdüler. Genelevleri boyayan ve savaş gemilerine secde edenlere karşı “6. Filo defol. Tam bağımsız Türkiye” diye haykırarak genç yaşta emperyalizmin cellatlarının elinde can veren yiğit çocuklar da bu toprakların ürünüydüler. Onlar, insanlık onuruna aykırı her türlü inanç ve düşünceye karşı mücadele ettiler ve tarihin en güzel sayfalarında yerlerini aldılar.

Diyordu ya şair “… Bitmedi, daha sürüyor o kavga…” Bitmeyecek elbette. Çiğnenen onurumuzu da, insanlığımızı da geri alacağız. “Kulunuz kölenizim, yeter ki iktidarım sarsılmasın” diyenlerin yeri ise Avrupa’dan ithal ettikleri çöplerin yanından başka bir yer olmayacak.