'Melek, ülkenin doğusunda, Cennet Tuba batısında yaşları birbirine yakın, eğitimleri ve hayata bakışları neredeyse kızkardeşlik kertesinde benzer olduğuna inandığım iki dünya tatlısı genç kadın.'

Tuba

Umutlu şeyler yazmalı diyorum. Yazılar biraz olsun nefes aldırmalı, biraz ışıklandırmalı, biraz güç vermeli ve çokça yan yana gelmeyi örmeli. Böyle olmalı. Hani dans eder gibi yan yana gelmek gerek, şarkı söyleye söyleye, kahkaha ata ata, neşe içinde. Bir şenliği yaşarcasına… Şölen gibi. 

Olmaz mı? 

Olur.

Hem de ne güzel olur. Ancak olamıyor. Öylesine zor ki sözünü ettiğim ruh haline geçmek yaşadığımız günlerde. Tam da böyle; bugün günlerin getirdiği acı, kırgınlık, öfke, yorgunluk, belirsizlik, umutsuzluk. Her zaman güzel şeyleri, umutlu hikâyeleri, şenlikli dinlenişleri, güç veren cümleleri bulup çıkarmaya mecali kalmıyor insanın. Neşeyi kolay bulan bir coğrafyada yaşamıyoruz. Günü, ânı tam da şu âna sıkıştırılmış olarak yaşamamız mümkün değil… Hep bir yarımlık, hep bir iğretilik, hep bir suçluluk ve yetememenin, yetişememenin verdiği kırıklık ve yorgunluk…

Geçen yazımda Melek’ten söz etmiştim, Melek Aslan’dan. Adıyamanlı idi Melek, Diyarbakır’da öldürülmüştü; cinayete kurban gitmişti. Yaşamının başında, baharında, içim yana yana yazmıştım o yazıyı. Ve bu süre içinde kadın cinayetleri devam etti. Birkaç gün önce Cennet Tuba Tokbaş öldürüldü bu kez, Denizli’de. Mahallemde, birkaç sokak ötemde bir öğrenci apartında. Pamukkale Üniversitesi Resim Öğretmenliği, son sınıf öğrencisi Tuba. Henüz 22 yaşında. Melek, ülkenin doğusunda, Cennet Tuba batısında yaşları birbirine yakın, eğitimleri ve hayata bakışları neredeyse kızkardeşlik kertesinde benzer olduğuna inandığım iki dünya tatlısı genç kadın. 

Onları koruyamadık. Saklayamadık, yaşatamadık.

Melek’in ardından Tuba… Ne kolay yazıyoruz öldürüldü diye; öl-dü-rül-dü… Öldürüldüler. Cinayetler ise ülkemin dört bir yanında devam ediyor. Geçen yazıda yazdığım gibi kadın kırımına gidiyoruz Türkiye’de. Kadın kıyımı, sınıf kıyımı, doğrusu işçi kıyımı… Başa baş, korkunç bir ivmeyle, gözlerimizin önünde yaşanıyor hepsi. 

Kadına yönelik şiddetin cana kıyma noktasında haber değeri taşıdığına tanık oluyoruz artık. Salt bağlamsız bir şekilde "öldürülmek" dediğimizde yanlış kullanmış oluyoruz sözcüğü aslında. Çünkü “kadın cinayeti” kavramına içkin olan tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasi, geleneksel ve elbette cinsiyet rolleriyle anlaşılan bir olgu, aslında bir örüntü olmaktan çıkarılıyor sözcük. Kullandığımız dil masum değil. Sözcüklerimiz, sözcükleri içine yerleştirdiğimiz tümcelerimiz öylesine ideolojik ki…

Gazetelerde haberlerin veriliş şekli de öyle. Kadın cinayetleri haberleri öldürülmüş kadının yaşamı didiklene didiklene verilir, fotoğrafları türlü şekillerde servis edilirken aslında şuna da işaret ediyor, “Orada olmasaymış, şunu yapmasaymış, ah dikkat etseymiş.” Naiflikten ahlakçılığa oradan namusçuluğa kadar giden başta ağlanma, ardından kadın varlığına öfke durumunun bir noktası, "aslında saçını öyle yapmasaymış", "onu giymeseymişe" varır. Nihayetinde “canım kadın olmasaymış”a da uzanabilecek suçlamalar barındırır. Öyle ya, toplumun dinlerden, ataerkillikten, kapitalizmin ihtiyaçlarından süzülüp gelerek şekillendirilmiş kadın imgesine, içinde yaşanılan kültür içinde kadınların konumları, durumları, rolleri, statüleri, ne yapıp yapamayacakları, ne söyleyip söyleyemeyecekleri, erkeklerle ilişkideki davranış kalıpları, cinsiyet, cinsellik rolleri öylesine içkindir ki. İstediğiniz kadar dışında, kıyısında, karşısında konumlanmaya çalışın, yutuluverirsiniz, belki de cinayete kurban gidersiniz. Üstelik gazeteler öldürülmüşün yaşamını detaylandırarak adeta suçlarcasına kepaze bir haber diliyle aktarırken katilinin soyadını bile gizlerler. Kimi bilinçli kimi basın iyi niyetli ancak dikkatsiz. Ataerkil refleksler bilinçlerin derinlerine işlemiştir çünkü. Üzerinde düşünülmez bile. Tuba’nın katilini basın Recep Berkay H. olarak verdi. Katilin adı adlı adınca Recep Berkay Hakver idi oysa.


Tuba ve Melek; bin bir emekle yetiştirilen kız çocukları, genç kadınlar, geleceğe her şeye rağmen bunca karanlık yığıntının arasında pırıl pırıl bakan iki genç insan. Okuyorlardı çiziyorlar, sanat yapıyorlar, üretmeye dönük bir yaşantı kurmayı hedefliyorlardı. Melek’in altını çize çize, not ala ala okuduğu kitaplarda, Tuba’nın yaptığı resimlerde, katıldığı toplantılarda dışa taşan umutlu bir gelecek hayali vardı. Öylesine apaçık görülüyor ki bu yaşantılarına ve başardıklarına bakıldığında. Hele gençlikte her şeyi yapabileceğine dair sevinçli bir kuvvet, gözü kara bir pervasızlık olur ki enerjisi yakar geçer. Öyleydiler. Öyle oldukları anlaşılıyor.

Toplantılar diyorum. Çünkü memleketlim Tuba… Gülümseyerek bakan fotoğraf ne kadar tanıdık derken, nereden biliyorum ben bu yüzü derken öğreniyorum ki çakışmışız bir yerlerde. Toplumsal duyarlılıkları olan bir genç kadın, arıyor, soruyor, sorguluyor, üretiyor. Tıpkı Melek gibi. Adıyaman’dan Denizli’ye… İki kızkardeş… Bu çürümüş düzenin kurbanı iki pırıl pırıl insan. 

Onları koruyamadık, yaşatamadık, saklayamadık.

Hamiş: Yukarıdaki resimler Tuba’nın 2017-2018 Öğretim yılında Temel Tasarım dersinde yaptığı çalışmalardan birkaçını hocası sosyal medya hesabından paylaşmış. Ben de paylaşmadan edemedim.