Türkiye’nin yaşadığı gerilim sanılanın aksine birilerinin suçlu ilan edilmesi yüzünden değil gerçek suçlular belirsiz bırakıldığı için güçleniyor. 

Toplumun birliği, devr-i sabık ve 780 bin kilometrekare

Ortalığın karışması büyük korkumuz.

İstikrar arayışının, kaos uzak olsun demenin haklı gerekçeleri var. Birlik ve beraberlik içerisinde yaşamak aynı ülkeyi paylaşanların elbette ki temel gayesi olacak. Kimse yaşadığı ülkenin geleceğinden endişe etmek istemez. Ülkenin geleceği insanın da geleceğidir.

Ama tarih işlerin bu kadar basit olmadığını gösteriyor. Çünkü “daha kötüsü gelir” sopasıyla dövüle dövüle “aman ağzımızın tadı bozulmasın”a alıştırıldığımız bir yere gelip dayandık. Ve sürpriz! Daha kötüsünü de gördük ağzımızın tadı da bozuldu.

Ya iç savaş çıkarsa… Ya toplum bölünürse… Ya iç karışıklık çıkarsa…

Burada büyük bir aldatmaca var. Çünkü ortalığı karıştıranlarla, Türkiye toplumuna nifak tohumları ekenlerle yüzleşmeden, onlarla esaslı bir kavga vermeden toplumun birliğini ve bütünlüğünü sağlamak da mümkün değil.

“Devr-i sabık yaratmayalım, ne olacaksa sessiz sakin olsun” diyenler bu korkuyu suistimal ediyor ve dahası yeniden üretiyor. Çünkü bu, toplumun gerçek düşmanlarıyla yüzleşmemenin bahanesi olarak kullanılıyor.

Yüzleşmemek, hesaplaşmamak korkulanın eninde sonunda başa gelmesine neden olur ve olmuştur.

“Devr-i sabık yaratmayacağız”, 1950’de Demokrat Parti’nin CHP’ye karşı söylemiydi. Demokrat Parti ülkenin kurucu partisinin yirmi küsür yıl boyunca yarattığı kadrolarla hesaplaşmayacağını ilan etmişti.

Zaten hesaplaşamazdı zira Demokrat Parti de CHP’nin ürünüydü.

Öte yandan, Demokrat Parti devr-i sabık yaratmayacağız diye diye Türkiye Cumhuriyet’nin kuruluş felsefesiyle hesaplaşacaktı. 

Ama bir ayrıntı önemliydi: Hesaplaşma daha öncesinde başlamıştı bile. 

Türkiye Cumhuriyeti şeyhleri, dervişleri, müritleri susturarak kurulmuştu. Laiklik Türkiye halkının birlik ve bütünlüğünün temeliydi. Ne var ki Türkiye’nin imtiyazsız, kaynaşmış bir toplum olarak yoluna devam etmesi mümkün değildi. Zenginleşen toprak ağalarının, gözü daha yükseğe bakan tüccarların CHP’den beklentileri mevcuttu. Bu imtiyazlı sınıf kendi kadrolarını yarattı ve de kürsülere çıkarttı.

CHP’nin 7. Büyük Kurultayı’nda “türbeler açılsın” diye çığıran, Osmanlıcılığı keşfe çıkan Hamdullah Suphi ile 1925’te Kastamonu konuşmasını yapan Mustafa Kemal aynı partinin mensupları nasıl olabiliyordu?

Türkiye’nin kurucu partisinin Türkiye’nin kuruluş felsefesiyle olan bağlantısı kopmuştu. Dünyaya bu kadar farklı bakan siyasetçilerin aynı partide buluşabilmesinin nedeni CHP’nin tek parti olması da değildi. Çünkü aynı parti kendi soluna kendi sağına olduğundan her zaman daha tahammülsüz davranmış, solu yok etmekte bir beis görmemişti.

Devrimler böyledir. Devrimleri korumanın tek yolu devrimleri ileri götürmekle mümkündür. Solun olmadığı yerde devrim ne ileri gidebilir ne de olduğu yerde kalabilir.

Üstelik bunun neden böyle olduğunu anlamak için devrimci olmak da gerekmez. 

1789 Fransız Devrimi ruhban takımını ve imtiyazlı soylu sınıfını toplumsal gövdeden koparabilmek için her yere el atmak zorunda kalmış, her şeyi altüst etmişti. Devrimin muhafazakar çocuğu Tocqueville eski rejimin ortadan kalkması için muazzam bir enerjiye ihtiyaç duyulduğunun farkında olanlardandı. O muazzam enerjiyse ancak ve ancak hesaplaşarak ortaya çıkarılabilirdi. Devrim kendi sağını budadığı oranda yükseldi ve tam da bu sayede kendi sonrasına yeni bir düzen sunabildi.

Türk devrimlerinin başarı kazandığı anlar da sağın budandığı ve geçmişle hesaplaşılan anlardır. Meşrutiyet, Abdülhamid döneminin kadrolarını kovan ve hesaplaşan İttihat ve Terakki sayesinde başarı kazanabilmiştir. 1923’ün başarısı sonraki yıllarda İttihat ve Terakki geçmişinden kopabilme kabiliyetinin de ürünüdür.

Devrimler ileri taşınmadığında geriye dönüş kaçınılmazdır. Çünkü devrimlerin enerjisi ondan rahatsız olanların büyük korkusudur.

Türkiye’de karşıdevrimin tohumları devrimle ne yapılacağı konusunda kararsız kalındığı anda atılmıştır. Kararsızlık anları asıl gücü elinde bulunduranlar için bulunmaz nimettir. 1930’ların sonları ve 1940’lar büyük tüccarların ve toprak zenginlerinin istekleri doğrultusunda şekillenmeye başlamıştır bile.

1930’ların sonları tarafsızlığın ve “780 bin kilometrekare”nin yetmeyeceğinin anlaşıldığı yıllar olmuştur. Kapitalist Türkiye’nin tercihi bellidir. Solunu budayan CHP’den Sovyet dostluğu çıkmayacağı da herhalde açıktır.

1945’e varmadan tercihler yapılmıştır ama 1945 asıl dönüm noktası teşkil olmuştur. Tarafsızlık zırhı genç Türkiye burjuvazisine dar gelmeye başlar: NATO’ya girilmelidir. İki partili sisteme geçilmelidir. Devrimlerden uzaklaşılmalıdır. Batıdan kredi alabilmek için 780 bin kilometrekarenin ötesine, Kore’ye asker gönderilmelidir. Bunların tümünün başlatıcısı CHP kadroları olmuştur. 

Adıyla sanıyla küçük Amerika dedirten iki partili sistem bu dönemin zorunluluğudur.

Celal Bayar iki partili sistemi “helva”ya benzetirken oldukça açık konuşmuştur: Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti arasındaki fark ikincisinin daha becerikli, daha iyi tarifile hazırlanmış, daha iyi bir helva olmasındadır!

İşte ülkemiz aşağı yukarı seksen senedir aynı helvanın farklı tariflerinin tadına baktırılmak zorunda kalıyor.

Şimdi aynısını CHP, AKP için söylüyor: Devr-i sabık yaratmayacağız. Eskiden kendisine söyleneni şimdi CHP’nin söylemesi tarihin bir ironisi olsa gerek…

Orhan Veli o zamanlar “şahsî sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar, hiçbiri kâr etmedi zavallı Halk Partisine” derken CHP’nin "halkı kazanacağım" diye yaptığı “fedakarlıklarla” dalga geçecekti.

O günden bugüne yalnızca daha fazlası gerçekleşebildi. AKP bu zaafı tepe tepe kullanan ve kullanırken de karşıdevrimin hasını uygulamaya koyan parti oldu.

“Bunlar bizi yargılamaya kalkacaklar!”

Türkiye’nin yaşadığı gerilim sanılanın aksine birilerinin suçlu ilan edilmesi yüzünden değil gerçek suçlular belirsiz bırakıldığı için güçleniyor. 

Bunca kötülüğün elbet bir sorumlusu olacaktır. 

Aslına bakılırsa sorumluların kimler olduğu da bellidir. Türkiye toplumunun düşmanları son seksen seneye imzasını atmış olan sınıf ve onun kadrolarıdır.

Bunlar 27 Mayıs’ın özürcülüğünü üstlenen, 60’ların açtığı demokratik parantezden ölesiye korkan, bunun için ortalığı karıştıran, Türkiye’yi NATO’ya sokan, ülkemizin kapılarını CIA’ya açan, sonra da darbe şakşakçılığı yapan asalak Türkiye burjuvazisidir.

Türkiye burjuvazisi Türkiye toplumunun iç düşmanıdır. Onun ufkunun 780 bin kilometrekareye hapsolması ise zaten mümkün değildir.

Türkiye halkının on yıllardır çektiği çilenin hesabı bu sınıftan sorulmalıdır. Bu sınıfın sözcülüğünü üstlenen ele başlarının yakayı sıyırabileceklerini ise kimse düşünmemelidir.

“Bizi yargılayacaklar…” söylemine zerre prim verilmemelidir.

Kimse endişelenmesin, hesabın kimden sorulacağı gün gibi açıktır. Korkması gerekenler kendilerini gayet iyi bilmektedir. Bildikleri için de ortalığı karıştırmak veya karışacak diye halka boyun eğdirmek onların tehdididir.

Hesap sormadan karmaşaya son verilemez. Bu, tarihin ve devrimlerin yasasıdır.

Bütün bu yaşananların hesabı sorulacaktır. 

Yüz yıl önce yapıldığı gibi...