Tiyatrolar sustu, müzik yerini ürküten bir sessizliğe bıraktı.

Tiyatrolu Rüya

Günler geçiyor, çok hızlı geçiyor gibi geliyor üstelik. Ne zaman hafta başı oldu, hafta sonuna ne zaman geldik ayırt edemiyorum bu aralar. Güne yetişememek bahsi açılınca Yahya Kemal’in “Eylül Sonu” şiirinden şu dizeler gelir aklıma “Günler kısaldı… Kanlıca’nın ihtiyarları/ Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.” Beraberinde Kanlıca, beraberinde İstanbul, beraberinde pek çok şey. Anılar, çağrışımlar, kırıklıklar, özlemler…

Bireysel ve toplumsal hafızanın birbirinin içine geçtiği çağrışımlar yumağı beni oradan oraya sürüklüyor. İçime dönmek ile gündelik yaşamın dayatmaları nedeniyle yapılması zorunlu işler arasında bir kırılma bazen de döne döne helezonlaşan bir uyumlulaşma, at başı gidiyor. Kimi zaman biri, kimi zaman da bütünleşmiş öteki. Uzun lafın kısası, geçip giden günlerimiz, anlayacağınız.

Tüm bunlar, bu koşuşturmalar yetmezmiş gibi bir de içimi kıpır kıpır eden bir dersi takip etmeye başladım. “Anılardan Tarihe: Cumhuriyet Türkiyesi’nde Hafıza, Mekân, Siyaset” Zeynep Suda’nın eğitmenliğindeki dersimiz ne güzel geldi. Çöl ortasında vaha gibi desem abartmış olmam, serin serin, şenlikli, şaşırtıcı, zenginleştirici. Okuma listesine bakarak bir heyecan bir heyecan duyuyorum ki sormayınız. İşte, sanırım dersin okumalarından yola çıkarak allak bullak olan zihnim, zaman tünelinin dehlizlerinde yolunu şaşırmış olacak ki Fizan’dan Şam’a, oradan İstanbul’a atlaya zıplaya yolculuk ediyor. Bir oraya uğruyor, bir buraya.

Yetmiyor, ilk kez karşılaştığımda ne güzel bir insan, diye düşündüğüm Oytun, “Yeni Gelen” dergisinden söz ediyor. Bilmez miyim diyorum. Sezgilerimin doğruluğunu Sadık Albayrak’ın kulaklarını çınlatarak kutluyoruz Oytun’la. Dile kolay otuz iki sayıdır çıkan bir derginin emekçiliğini tüm dertlerini omuzlayarak yürütüyor Bizim Sadık Albayrak. Dergide Yalçın Küçük’ün eski bir yazısı. Yazı, 1999 yılında yayımlanmış Hasip Akgül’ün “Görme Kılavuzu”nun önsözü.

Birden dehşete kapılıyorum, yirmi iki yıl önceye mi denk geliyor şimdi 1999? Onca yıl yaşandı, yaşadım, bal gibi de hatırladığım yıllar, bir yıl sonrasını milenyum diye diye selamladığımız derken, yok bir yıl sonrası 2000, milenyum dedikleri bir yıl sonraya geliyor diyerek parmak hesabı yaptığım. Ha bir yıl eksik, ha bir yıl fazla, ne önemi var? Zaten 2020’de yaşanmamış bir yıl değil mi diyerek bir yıllık sapmayı görmezden geldiğim.

Hop 2001 yılının yılbaşına gidiyorum. Dostlarımızın konuğuyuz ilk eşim Onur’la birlikte, Gökçenlerdeyiz. Meğer hep nergis götürürmüşüm ben arkadaşlarıma, Gökçen öyle demişti. Şaşırmıştım, öyle mi yaparmışım, demiştim. Kadıköy Meydanı’nda çiçekçilerden alırdım nergisleri evet. Çok severim içimi bayan kokularını. Ama böyle bir ritüelim olduğunu bilmezdim, dostlara giderken nergis almak bilmeden yaptığımmış demek. 2001’in yılbaşında, konuk olduğumuz ev Çiftehavuzlar’da mı idi yoksa Göztepe’de mi? Anımsayamıyorum. Yiyip içtikten sonra yeni yıla, yani 2001’e Rexx Sineması’nda gece yarısı seansında “Yüzüklerin Efendisi”ni izleyerek giriyoruz. Hatırladığım bu, 2001 yılına Orta Dünya’dan üstüme üstüme gelen şahlanmış atların nal sesleri arasında girdiğim. Nereden geldim, bu kişisel tarihe? Bunlar, Hafıza-Mekân-Siyaset dersinin yan etkileri galiba. Devam edelim madem.

Anılar arasında gezinirken Cemal Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabının kapağı geliyor aklıma. Nereden diye kafa yoramayacağım bu kez. Ne diyordum. Yalçın Küçük’ün önsözü evet, 1999’dan gelen. (Çiftehavuzlar’a daha sonra döneceğim, unutturmayınız.)

“Tiyatro gerçekten öldü mü? Böyle bir sorunun cevabını başka yerde aramak gerek; tiyatro bir sanat olmakla birlikte, öncelikle bir aydın hareketidir. Hareket eden ve toplumu harekete geçiren aydın hareketi varsa, tiyatro vardır. (…) Çünkü tiyatronun bitmesi, aydının tükenmesidir; bu insanlığın geleceğinden umut kesmekle özdeştir.”

Altını çize çize okuyorum. Kaybettiğim bir şeyi bulmuş gibi hem sevinip hem de hüzünleniyorum. Bugüne yazılmış sanki ancak sene 1999. Kaybettiğim bir şeyi buluyorum. Ama ne bulduğumu bilmiyorum. Bir sezgi, belli belirsiz içime dokunuyor, ağlamaklı ediyor. 2021 Ocağı, karlı bir İstanbul akşam üstünde kırılgan bir suskunluğa bürünen tiyatrolar ve bu boranda paltolarına sarıldıkça sarılan tiyatrocular, yaşadığımız koyu karanlığı resmediyorlar sanki. Tiyatrolar sustu, müzik yerini ürküten bir sessizliğe bıraktı. Oysa bize insan gerek, bize ses gerek… Yalçın Küçük, yazısının bir yerinde, “insan ölmez” diyor. “Aydın ölmez” diye devam ediyor.

Dediğim gibi, dilimin ucunda kelimeler. Farkındayım öylesine anlatmak ihtiyacı içindeyim ki yarım kalıyor başladığım. Bunun da farkındayım, bir esriklik hali, havanın döneceğine olan inancımla, kuyruğundan tuttuğum bir beyaz bulutun peşinde; anılar, bellek, hafıza ve izler, birbirine giriyor. Tiyatrosuz olmaz, sanatsız olmaz, müziksiz olmaz, yan yana gelmeden olmaz demek istiyorum. Buluşmalar iyi geliyor. Söyleşmeler güçlü kılıyor. Hatırlamalar ise bir ömre bedel. Neyi, neden hatırladığımız ise başka bir yazının konusu olsun.

Yazının adı “Tiyatrolu Rüya” idi ya, rüya kısmı gerçek. Rüyamda Cemil Topuzlu’yu Çiftehavuzlar’daki köşkünde görüyorum sonra neşter takımlarını ve İstanbul’un 1900’lü yıllarını, Padişah Abdülhamit’i, tıp öğrencisiyken tanıdığım tatlı Ezgi’yi, Çehov’un Palto’sunu uyarlayan Şükrü Veysel Alankaya’yı (çünkü kızlarım palto deyince İstanbul’da yakaladığımız oyunu ve oyuncusunu hatırlıyorlar, ne üzülmüştü adam paltosunu kaybedince deyip deyip duruyorlar ve işte sanatın etkisi ve işte tiyatronun etkisi, palto bizim için başka bir palto artık, ortak geçmişimiz, ortak anılarımız), ev taşımalarımı, ev bozmalarımı, mutaasıp Enver Paşa’yı, Gülhane Parkı’nı, Kara Kemal’i, koleradan kırılan askerleri, ve kan içindeki mezbahaları, Uğur Mumcu ve Hırant Dink’i görerek sabaha karşı sıçrayarak uyandım.

Şimdi sevgili okur, e bize ne bundan dediğinizi duyar gibiyim. Oysa mutlaka yazmam gerek dediğim rüya ertesinde, uykumun arasında yukarıda saydığım kıymetlilerin yanında Abdülhamit’in korktuğu Tıbbiye öğrencilerini not almışım. Oysa insan tükenmez, aydın ölmez. Her emek iz bırakır, hiçbir şey uzayda kaybolmaz, diye de eklemişim. Hep kullanırım, bu imgeyi çok severim, karanfil elden ele, yani.

Yazıyı sonlandırırken, Cemil Topuzlu’nun “İstibdat-Meşrutiyet-Cumhuriyet Devirlerinde 80 Yıllık Hatıralarım” kitabından bir eğlenceli hikâye ile bitirelim. Biraz genişleyelim, bir dönemi farklı bir pencereden görelim. Cemil Paşa (Topuzlu) Abdülhamit’i anlatıyor.

“Cemil’in bıçağına teslim olurum, endişesiyle bilhassa bana çok iltifat ederdi. Hâttâ, garip değil mi, her zaman “Paşa Hazretleri” derdi. Lakin Sultan Hamid’in huzurunda konuşmak, uluorta laf etmek her babayiğidin harcı değildi. Akla gelen her sözü dinleyen, daima güleryüzle muhataplarını karşılayan yegâne padişah Sultan Reşat’tı, diyebilirim. Halbuki, maruf lakabiyle Kızıl Sultan karşısında, daima ihtiyatla konuşmak gerekti. Huzuruna girildiği zaman. Hünkâr, hiç ayağa kalkmazdı. Karşısındaki koltuğu işaret ederek;

— Buyurun!

derdi. Onunla temas ede ede adetlerine karşı meleke hasıl eylemiştim. Önüne baktığı yahut kaşlarını çattığı zaman derhal lafı değiştirmek lazımdı. Güler bir yüzle size müteveccih ise korkmadan söze devam edebilirsiniz. Aynı zamanda huzurda oturmak iradeye, kalkmak

yine iradeye bağlıydı. Hatta bu yüzden, yani ufak bir dikkatsizliğimden dolayı, bakınız başıma ne geldi: Bir gün yine huzurda bulunuyordum. Kahveci başı elinde ibrikle kahve getirdi. Padişahın yanındaki masanın üstüne koydu. Abdülhamit bu sırada tabakasından bir sigara çıkardı. Ben de aklım sıra, hürmet olsun diye kibrit çakmak istedim ve ayağa kalktım. Bunu gören padişah da hemen yerinden fırlamasın mı? Üstelik benzi de sapsarı... O zaman aklım başıma geldi ve iradesiz ayağa kalkmamdan. Sultan Hamid’in korktuğunu anladım; ne yapacağımı şaşırdım... Hünkar, kalın sesiyle:

— Gel!

diye bağırdı. İçeri giren musahibe:

—Cemil Paşa gidiyor, sözlerini söyledi. Böylece bir kelime konuşmadan, kapıdan dışarı çıktım. Açıkçası, “huzuru hümayun” dan kovuldum.”