Devrimcilik, kaçınılmaz olanı, bekleyişe terk etmeden tarihe müdahaleyle gerçekleştirmek, yeryüzünün acısına son vermek için zamana da meydan okumaktır.
Hatırlıyorsunuzdur, 13 Eylül 2022’de, İran’ın başkenti Tahran’da, Mahsa Amini adlı 22 yaşındaki bir genç kadın, “başörtüsü kurallarına uymadığı” için gözaltına alınmış, üç gün sonra da, “rahatsızlanarak”, kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmişti.
Doğal olarak, geniş protestolara yol açmıştı bu ölüm. Amini’nin, memleketi Sakkız’da toprağa verilmesinin hemen ardından, İranlı gençlerin sokaklara dökülerek ülke çapında birçok noktada başlattığı eylemlere polis ve asker müdahalesiyle yüzlerce insanın ölümü sonrası, “zorunlu örtünme yasasında reform” tartışma gündemine geldiyse de, eylemler ve ölümler sürdü.
Sosyal medyada, insanlar, Amini’nin trajedisini aşan, daha kuşatıcı bir boyuta ulaşan protestolara katılmasının, desteklemesinin kendince sebebini yazıyordu. Bu sebepler, yani “için”ler ya da “uğruna”lar derlenerek, İranlı müzisyen Şervin Hacıpur tarafından bestelenip yorumlanmıştı: Baraye. İçin. Uğruna.
Kapitalizmin ve dinci bağnazlığın dünyasında yaşanan ve bütün insanlığın maruz kaldığı kötülükleri, gündeme gelişi gereği kadın hakları sorunu başta olmak üzere içeren “isyan sebepleri”nin sıralandığı bu şarkı dilden dile yayılırken, Hacıpur bir hapis cezası aldı, bir de Grammy ödülü.
“Sosyal değişim gerekliliğini vurguladığı için” layık görüldüğü müzik ödülünü, dönemin ABD Başkanı’nın eşi First Lady Jill Biden, içeriği “kadın hakları çağrısı”yla sınırlayarak vermişti. Oysa parça “örtünme yasası” bağnazlığıyla yaşanan bir ölüm kaynaklı olsa da, kadınlar özelinde “molla” işaretli olanlar dışındaki arazlar, ABD’nin efendi olduğu “modern kapitalizm”e de aitti.
İran’da ise, hapis cezasının yanı sıra, birkaç gün içinde salıverilecek müzisyene, ilginç bir ceza daha önerilmişti: ABD’nin insanlığa, dünya halklarına karşı işlediği suçları da şarkı olarak yazıp seslendirmek ve sosyal medyada yaymak…
Eminim biliyorsunuzdur, ama usulen bir toparlayalım sözleri.
Sermayenin ekonomi cehenneminden yoksulluğun utancına, sokak hayvanları itlafına; bağımsız vatandan düşsüz çöp toplayan çocuklara, doğa katliamlarına; sokaklarda dans ederek korkmadan öpüşmekten kadınların uğradığı erkek mezalimine, savaşların doğurduğu ağıtlara; tutuklu aydınlardan boş sloganlara, göçe zorlananlara; her şeyin biteviye tekrarlanmasından yatıştırıcılara, uykusuz gecelere; aşktan soyu tüketilen canlılara, aydınlığa, özgürlüğe…
Bu yıkılıp yıkılıp yeniden kurulasıca dünyanın insanlığı mahkûm ettiği ne kötülük varsa, mahrum bıraktığı ne iyilik varsa, sayıp dökmüştü meydanlara çıkmayı özleyenler yedi iklimden. Bunlara karşı, bunlar uğruna, bunlar için.
Bu “için”ler “uğruna”lar cümleleri, varsayılan bir “protestoya katılıyorum” tamamlaması içerdiğinden, şarkı “özgürlük için…” tekrarlarıyla bitiyordu.
Ancak, ABD’nin, bu parçanın İran’a karşı yaygın kullanılabilirliğini ödüllendiren ve içeriğini, hükmettiği kapitalizm adına hiç üstüne alınmadan daraltıp kullanma maharetini bilenler ve bunun başörtüsü yasasının çok ötesinde olduğunu görenler için, bir final çağrısı eklemek geliyordu içten…. Bunlara karşı, bunlar uğruna… Ne?
Bu ara, Coldplay ve Farahani yorumu, geçen zamana rağmen nedense sıkça karşıma çıkan parça, aklıma girip de yazının devamındaki bir kişisel gündemle birleşince, bu hiç küllenmeyen soruyu harladı. (Dinler misiniz, lanetli yönüyle soğuk mu bakarsınız bilmem, ama klip olarak kullanılan animasyon çalışmalarını, özellikle Şebnem Adiban’ı, ıskalamayın.)
Evet. Ne? Protesto dilekçesi zinciri kurma, ehveni şer yetinmeli oylara bel bağlama, değişmezliğe, güç yetirememeye küsüp kenara çekilme, talep hıdırellezleriyle bir evrim bekleyişine dalma, “Hür Batı”nın dünya hâkimiyetinden nasiplenme avuç açması... Ne?
Bu yanıtı vermezsek ne mi olur? “Özgürlük için”i, “ABD’nin, İsrail’in ve AB’nin, İran’ı ve coğrafyasını ele geçirmesine omuz verin” çağrısıyla tamamlama tuzağına düşersiniz. Yakın tarihte çokça örneği görülen “bahar”lardan, “demokratikleştirme işgalleri”nden biri gibi. Tıpkı CIA güdümlü kalemin “1984”ünü, yazıldığı amaç ve bağlamdan kopararak bir “genel totaliter rejim”, örneğin AKP iktidarı eleştirisi gibi algılayıp onaylayan “özgürlükçülük” alıklığına düşmek gibi. Grammy Ödülü de budur. Parçalar ve bütünler diyalektiği…
Şervin Hacıpur, Biden ödülünden sonra ne yaptı, İran yargısının “ABD’yi teşhir” hükmüne uydu mu, bilmiyorum. İnternete sorasım bile gelmedi. Umursamadım. Çünkü, her coğrafyanın her kesiminden insanların katkısıyla oluşmuş, haliyle, günümüz insanlığının ortak özlemlerini kısmen yansıtan bütün o “güfte”nin işaret ettiği “karşı”ların, “uğruna”ların zorunlu tamamlayıcısını biliyorum.
ABD başta, emperyalizme, sermayenin insan sömürüsü düzenine, bu düzenin doğa tahribatına, besleyip kullandığı dinci gericiliğin karanlığına karşı, bunların bir bütün olduğunu görerek, emekçi iktidarı hedefli, örgütlü sınıf mücadelesine çağrı!
* * *
duvarda bir sözün senin / düşte söylenmiş
Şimdi gelelim, bu çağrının sadece zorunlu değil, acil karşılık bulması için bu uzun girizgâhın neden gerektiğine.
Bu yazının başlığı, Attilâ Tokatlı’nın bir romanının adı gibiydi önce: Devrimcinin Ölümü. 5 Aralık’ta, bir arkadaşım, süslemesiz söyleyeyim, öldü. Şiirler, denemeler yazan, resimle, fotoğrafla ilgilenen, düzenle mücadele eden bir devrimciydi. Tevfik Taş’tı adı.
– Baksana, sizde de yazan bir Tevfik Taş var.
– He, var.
– Ya bir ricam olacak.
– Anladım da, sakın söyleme Tevfik…
– Sen bir anlatsan durumu da, mahlas kullansa.
– Yoo, adını resmen değiştirsin, mahlastan ne olacak canım.
– Oğlum, yoldaşlarla başım derde giriyor, bilmiyor ki millet…
– Sana bir isim seçsek olmaz mı peki?
– Ulan…kapattım hadi, Çengelköy’e gel akşam, isim seçeriz.
Tevfik neredeyse gülüşme oradadır… Oradaydı. Kitabının kapak içini imzalamıştı. “Bozuşursak yırtamayasın diye.” Akıllım, sanki kapağı yırtamam…
Eksilmeler o kadar sık, o kadar üst üste oluyor ki, bir noktada nasırlaşırsınız sanıyorsunuz. Yok, öyle olmuyor. Hep çok iç yakıyor. Çok çok, “çehre kararması”nı yansıtmamayı öğreniyorsunuz.
Karşı çaprazımda Tevfik’in oturduğu, 16 kişi saydığım bir demlenme masasındaki –muhtemel ki Evrensel gazetesinde gündemli bir paydos akşamı– yüzlere bakarken, “Baraye” başladı ve ben o yüzlere, o çoğu çakırkeyif gülüşlü, o çoğu yitirilmiş sıcacık dost yüzlerine sordum, devrimcinin ölümünü… “düşümüzün kapısıdır yüzümüz” der… derdi Tevfik, “düşümüzün belleğidir”…
yüzümüz ne güzel soruya benzer
İlk okuyuşumdan bu yana uzun yıllar da geçse, halen içimi titreterek sürekli dolanır durur Rıfat Ilgaz’ın dizeleri, buna yanıt olarak.
elim birine değsin / ısıtayım üşüdüyse / boşa gitmesin son sıcaklığım
Çok can yakıcı değil mi? Bedeni soğurken bile üşüyenleri düşünmek belki, bir devrimcinin ölümü.
Ölümsüzlük, bir mecazdır, bir metafordur, bütün anlam yüklemeleriyle, amaç verilmişlikleriyle. İnsan ölür. Devrimci de. Devrettiği mücadeleyi omuzlayanlarda, o omuzlarda yükselecek kavgada, o kavgayı besleyen, insanlaştıran anılarda yaşatılır. Ve o büyük gün geldiğinde…
gözü arkada kalmaz devrimcinin / bilir ki / ölüm yok ki
Arif Damar, bir tarihsel materyalist olarak, kendisinden sonra da, sürdürüleceği ve muzaffer olunacağı kesin bir mücadelenin parçası olma gerçeğini açıklıyor. Bilir devrimci, o uğruna savaştığı dünyanın, elbet kurulacağını. Kuşaktan kuşağa sürse, yeryüzünde o berbat distopyalar gerçekleşip, tarih barbarlıkla sıfırlansa bile, eşitliğin ve özgürlüğün, adaletin dünyasının er geç kurulması kaçınılmazdır. Bu tunç yasadır. O yüzden gözü arkada kalmaz.
Tunç yasa budur, ama devrimcilik, kaçınılmaz olanı bekleyişe terk etmeden tarihe müdahaleyle gerçekleştirmek, yeryüzünün acısına gerektiğinde “forseps”le son vermek için zamana da meydan okumaktır.
Lâkin, kaçınılmazlığın bilinci, Rıfat Ilgaz’ın, son sıcaklığının işlevini dert etmeyeceği anlamına gelmez.
O güzelim dünyayı, bu çürümüşlükten çekip çıkaramamış olmayı dert etmeden, salçalı ekmek yiyen bir çocuğun delik pabucuna hayıflanmadan verilir mi kalan nefes?
Gözü arkada kalmışlık değil midir, bu da, o âna adanmışlığıyla?
yüzümde bunca çizgi, bunca yol / söylesem soruya benzer
İşte Tevfik’in âni ölümü, bir soruyla, bir şarkıyı buluşturdu.
“Devrimcinin Ölümü” başlığı altındaki bir yazının hüzünlü sorgusu, Suriye’ye, Lübnan’a, İran’a ateş kusulur, ülkem, patronlar eliyle insanın ve doğasının dizginlerinden boşanmış yağmalanmasına sahne olurken, çok sırasız geldi. Harflerden bir deste unutmabeni yapıp tellendirdim ben de.
Tevfik’e vedaya, sorgu değil, yanıt yakışırdı hem. Artık hiçbir devrimcinin gözü arkada kalmasın, içi rahat olsun diye, “Uğruna”nın dize sonlarını tamamlayalım, uğruna yaşanıp ölünen bir kavganın muzafferliğini örgütlü isyanla, sosyalizmi kurarak görelim, gösterelim, ve bu “var yok dinlemez” bir çocuk isteği olsun. Yaşarken… Yaşarken…
şimdi anladım diyor biri / şimdi anladım, sen neden yollardasın… elinde leylak kokusu / gömleği mürekkep…