Şimdilik asgarisi için ayaktayız ama daha bu ne ki, alacağımız çok, hedefimiz büyük, ve en önemlisi kavgamız sonuna kadar meşru. Boşuna demiyoruz: 'Haklıyız, kazanacağız!'

Temerrüte düştünüz!

Önce, terime aşina olmayanlar için kısa bir açıklama yapayım, temerrüt, bir borç ilişkisinde borcun taraflarının kendilerinden beklenen edimleri hukuka aykırı olarak yerine getirmemeleri anlamına geliyor.

Benim kastım: kapitalizmin, iki sınıfı arasındaki çelişkili ve çatışmalı ilişkilerinde, “borçlu” taraf olan sermaye sınıfının “temerrüdü”, yani kendisinden beklenen hukuksal edimleri yerine getirmiyor oluşu.

Uluslararası çalışma hukuku denen alan, kapitalist ilişkiler çerçevesinde de kalsa, asgari düzeyde de olsa, sermaye sahiplerine ve kapitalist ülke hükümetlerine bazı sorumluluk başlıkları belirliyor. Bu genel çerçeve, kapitalist çalışma ilişkilerinde ve çalışma rejimlerindeki asgari ekonomik ve sosyal hakları tanımlamış oluyor. Bu hak alanlarının istisnasız tümünün işçi sınıfının tarihsel mücadeleleri ile kazanılmış olduğunu hatırlatıp not ederek devam edelim.

Söz konusu çalışma rejimleri olduğunda bu alanın uluslararası ajanı Uluslararası Çalışma Örgütünden, daha yaygın kullanılan İngilizce kısaltması ile ILO’dan kısaca söz etmek iyi olur. 

ILO, 1919’da meşhur Versay antlaşmasının içeriğinden yola çıkılarak oluşturulmuş çok uluslu bir uluslararası yapı. Kurucuları arasında Birleşik Krallık, Fransa, Italya, Belçika, Polonya, Çekoslavakya, Japonya gibi ülkeler bulunsa da, bu yapının ideolojisini ve yol haritasını, en azından ilk dönemlerinde, ABD’nin belirlediğini görmek gerekir. 

Ortaya çıkışı birinci paylaşım savaşının ardından gelen ve Sovyetler Birliği kuruluş dönemiyle çakışan ILO,  ikinci savaşın ardındaki dönemde yeni oluşturulmuş Birleşmiş Milletler Örgütünün özel alanlı bir alt yapısı haline geliyor, “globalleşiyor”. 

Çalışma ilişkileri düzenlerinin bu “global ajanı”, savaş ve çatışmalı kriz dönemleri yoğunlaşan bir biçimde dünya genelinde barışın güvencesi olarak “sosyal adaleti” sağlamak misyonu ile çalışmalar yürütüyor. Siz onu, sınıflar mücadelesini boşa düşürmek ve sınıf çatışmasının üzerini örtmek suretiyle sermaye düzeni güvenceye almak diye okuyabilirsiniz.

2019’da yüzüncü yılını kutlayan ILO, tam da “Geleceğin çalışma dünyası” gibi havalı bir tema belirlemişken daha bir yılı doldurmadan kendini, pandemi gerçekliği ile bırak geleceği, bir gün sonrasını göremeyen bir çalışma ilişkileri karmaşası içinde bulmuş oldu. 

Üstelik sadece pandemi de değil, tüm dünyada artık tıkanma noktasına gelmiş “yeni liberal” çalışma rejimlerinin, sermaye düzeninin sınıra ulaşmış “popülist” politikalarının, arsızlaştıkça saldırganlaşan emperyalizmin savaş mekanizmalarının sonuçları olarak, esnekleşme, güvencesizleşme, zorunlu göç, işsizlik ve çalışan yoksullaşması gibi başlıklarla neredeyse yüzyıl öncesine, kuruluş dönemine döndü. Nitekim son iki yıldır ILO temaları, “iş güvencesi”, “insanca çalışma”, “işçi ve iş sağlığı” gibi konulara odaklanır oldu. 

Bu kısa ILO hatırlatmasından sonra dönelim şu sermaye düzeninin temerrüte düşmesi meselesine. Niyetim kapsamlı küresel analizler yapmak değil, 2022 Türkiye’si tek başına fazlasıyla yeter işçi sınıfının alacaklarını listelemek için.

ILO’nun kendi deyimiyle “insana yaraşır” bir çalışma düzeni için sıraladığı asgari çerçeveden ilerleyeceğim, atla deve değil, toplam dört başlık var:

Bir: Herkesin, yeteneklerini ve bilgi birikimlerini kullanarak yaşamlarını sürdürebildiği güvenceli iş olanakları yaratmak. Eşit, adil, temel yaşamsal gereksinimleri karşılayacak gelir sağlayan ve sürekli çalışma hakkı. 

Bu sorumluluk alanının göstergeleri için önce işgücü istatistiklerine bakmak gerekir. Hemen bakalım, daha dün yayınladı TUİK. Ama tabi TUİK rakamlarını doğru yorumlayabilmek için onu kendi filtremizden geçirmemiz gerekiyor o yüzden ben DİSK-AR’ın raporundan aktaracağım.

10 Şubat’ta yayınlanan rakamlar, bize Aralık 2021’nin resmini veriyor unutmayalım. Buna göre: geniş tanımlı işsizlik, yani çalışmaya hazır oldukları halde bir işleri olamayan 15 yaş üzeri kişilerin işgücünün toplamına oranı, yüzde 22,6, 8 milyon 365 bin yurttaş. 

Bir de tersten bakalım, yani aynı dönemde ücretli, ya da yevmiyeli işçi, esnaf ya da işveren olarak çalışanların toplam işgücüne oranı da yüzde 47. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu ülke, çalışabilir, üretebilir durumda olan nüfusunun yarısına dahi iş olanakları oluşturamıyor.

İşgücü göstergelerini bir yere not edip, güncel ve tarihsel gerçekliğimizden devam edelim. 2022 yılı ilk günlerinden itibaren hemen her sektörde ücretli işçiler ve emekçiler yoksullaşmaya, gelir kaybına ve güvencesizliğe karşı ayaktalar. Ülke kaynıyor.

Kurye ve kargo emekçileri, tekstil, metal, maden, belediye, liman işçileri, öğretmenler, sağlıkçılar… Tümündeki direniş çağrısı, eylem öfkesi aynı başlıklarda buluşuyor. Daha devamı da gelecek…

Bu sınıflar mücadelesinde patronlar kimi yerde direniş ve dayanışmayı kıramıyor geri adım atıyor, kimi yerde ise arsızlıklarına ısrarla devam ediyorlar. YemekSepeti Banabi patronunun kurnazlık denemelerinde, direnen 250 depo işçisini kapı önüne koyan Migros sermayesinin cüretinde görüldüğü gibi.

Yani Türkiye sermaye sınıfı ve onun iktidarı eşit ve adil çalışma olanakları sağlamadığı gibi, ücretli çalışmada, temel gereksinimlere dönük bir geliri, çalışmanın sürekliliği ve güvencesini sağlama yükümlülüğünü de yok sayıyor.

İki: Dezavantajlı gruplar başta olmak üzere tüm işçilerin hak ve çıkarlarını gözeten yasal düzenlemelere sahip olma, katılım ve temsil hakları.

Katılım ve temsil kısmına burada hiç girmeyelim, onların detayı için bir başka maddeyi ayırdım. Biz yasal düzenlemeler kısmına bakalım. Tek başına, sözde işçi lehine olması beklenen iş yasasını, ordan burdan çekiştirip kulak memesi kıvamında hamura dönüştüren “esneklik” maddeleri ile patronların eline silah olarak veren bir çalışma rejimi,  ILO ilkesinin ihlaline örnek oluşturur.

Buna siz bir de ne zaman kimin keyfine hizmet edeceği belirsiz, kuralsız sınırsız KHK’ları, Cumhurbaşkanı kararlarını falan ekleyin.

Üç: Tüm çalışanların, özel ve sosyal yaşamlarının gereksinimlerini gözetecek, çalışma koşullarının güvenliğini sağlayacak, yaşam kaliteleri ve sağlıklarını koruyacak iş ve çalışma ortam, gelir ve koşullarının sağlanması.

Bu madde için de sadece COVID19 pandemisinin, korunma, önlem, test, teşhis, tedavi gibi süreçlerin tümünde bu ülkede nasıl bir emekçi hastalığına dönüştürüldüğünü hatırlatmak bile yeterli olabilir.

Ama ben, yıllık iki binleri geçmiş ölümlerle toplu katliamlara dönüşmüş iş kazaları verilerini, işçilerin sadece işlerini değil özel yaşamlarını, hedefe koyan “mobbing” vakalarını, KOD29 uygulamasındaki zalimliği ve artık neredeyse kanıksanan biçimde yaygınlaşmış sağlık emekçilerine dönük şiddeti de buraya ekleyeceğim.

Dört: Toplumda “uyumun” ve sosyal diyaloğun temini için, işyerlerinde bağımsız ve güçlü işçi ve işveren örgütlenme ve temsiliyetinin sağlanması.

ILO’nun bu maddesinin bir boyutunun Türkiye’de gerçekleştirildiğinin hakkını verelim. Sanayi, sektör, işkolu fark dinlemeden küçük büyük tüm patronların son derece örgütlü, dayanışma içinde davrandıklarını ve bunun için devletten ve hükümetten tam destek aldıklarını görüyoruz.

İşçi ve emekçiler açısından ise siyasal ve ekonomik statejilerle pompalanan sendikasızlaştırma politikalarını; her tür emekçi örgütlenmesine dönük zorbalık ve şiddeti; bir kez daha KOD29’u anarak hırsızlık ve ahlaksızlıkla bir tutulan sendika üyeliğinin meşru bir işten çıkarma bahanesi haline gelişini yazalım bu listeye.

Anlayacağınız sadece çalışma ilişkileri kapsamındaki asgari düzey temel haklardan bakıldığında bile Türkiye’de sermaye sınıfının emekçilere karşı borcu kabarık. Üstelik ne patronlar bu borcu ödemeye niyetliler, ne de özel sektörü kendisine öncü ilan etmiş iktidar ve düzen muhalefeti onlardan hesap sormaya niyetli.

Ama işte hesap da kabak gibi ortada ne yapacaksın. İşçi sınıfı kendisi görecek hesabını. Şimdilik asgarisi için ayaktayız ama daha bu ne ki, alacağımız çok, hedefimiz büyük, ve en önemlisi kavgamız sonuna kadar meşru. Boşuna demiyoruz: “Haklıyız, kazanacağız!”