Sonuçta dostlar ben bu tatbikatta bir kez daha anladım ki, kendisi başlı başına bir afet haline gelmiş bu ülkede, bir başımıza, kendi köşemizde kurtuluş yok bize. Ya hep beraber ya hiçbirimiz…

Tatbikat

AFAD, yani, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, yarın, yani 12 Kasım Cumartesi günü saat 18:57’de tüm ülkede deprem anı tatbikatı yapacağını duyurdu. Çoğunuza cep telefonu mesajı olarak da ulaşmış olduğunu tahmin ediyorum. 

Tatbikat, 12 Kasım 1999 Düzce depreminin yıldönümüne denk getirilmiş. Cep telefonlarına gönderilen mesajda şöyle yazıyor: “12 Kasim 18.57’de deprem ani cok-kapan-tutun ulke tatbikati yapiyoruz. Deprem aninda yapilması gerekenler icin:https://bit.ly/deprem-ani ” 

Kod gibi küçük yazılmış “Afad” isimli bir numaradan gelen imzasız bir mesajı, bir de böyle İngilizce harflerle, düşük ifadelerle görünce, önce biri benimle dalga geçiyor sandım. “Ani deprem”, “çok kapan”, falan, böyle şaka mı olur diye silmeye yeltenmişken anladım ki şaka değil. 

Basbayağı da, altında, planlamadan müdahaleye, sivil savunmadan dış ilişkilere 10 hizmet birimi bulunan, il teşkilatları, koca koca binaları, tam takım donanımları olan bir Başkanlık tarafından gönderilmiş bu mesaj. Bu kadar donanım, yatırım sonunda milyonlarca insana gönderdikleri mesajların dilini düzeltecek bir yazılıma kaynak yetişmemiş anlaşılan. Herneyse.

Mesajın sonundaki bağlantıdan bir youtube videosu çıkıyor. Onu da izledim sonuna kadar.

Üzerinden yıllar geçmiş olsa da, çeşitli arama kurtarma, acil durum yönetimi ve planlama eğitimlerine, afet/acil durum tatbikatlarına katılmışlığımız, zamanında çok da geçersiz sayılamayacak bir takım sertifikalar falan almışlığımız var. Afet ve acil durum yönetimi denen konunun ne denli karmaşık ve kapsamlı olduğunu, kentleşmeden, toplum sağlığına, haberleşmeden itfaiyeye tümünün merkezi ve devlet eliyle yürütülmesi gereken bir ağ içerisinde gerçekleşmesi gerektiğini biliyorum. Buna dayanarak acil durum müdahale bilincimle, bu sefer, AFAD Başkanlığının merkezi otoritesini ciddiye alayım, Cumartesi günkü tatbikat için bir ön deneme yapayım dedim. Demez olaydım…

İlk deneme için önce videoyu bir daha izledim, söyleneni kafama kazıdım: “Sakin olun, bulunduğunuz yere çökün, kafanızı dizlerin arasına alın kapanın, en yakınınızdaki sabit bir yapıya tutunun ve sarsıntının geçmesini bekleyin.” Hazırdım, hepsini harfiyle yapacaktım.

Çalışma masamın yanında yere çöktüm, ellerimle dizlerimi karnıma çektim… Ancak daha kafamı indirmeye kalmadan kendimi ayakta buldum. Bir dakika yahu, ülke çapında diyor, planlamasıyla, önlemesiyle, müdahalesiyle hepsi tastamam hizmet birimleri olan merkezi devlet kurumu diyor, tatbikat yapacağız diyor…Yani şimdi, deprem durumuna bu kadar yakın bir ülkede tatbikat diye, deprem anı için tüm yapacağımız bu mu? Seksenbeş milyon insan böyle çöküp bekleyecek miyiz?! 

Neyse, tamam.

Bir iki dakika kendimi sakinleştirip bir daha denemeye karar verdim. Belki de baştan yanlış başladım diye düşündüm, ne diyordu video, önce sakinleş sonra çök. Öyle de yaptım bu sefer. Yine aynı yere çöktüm, dizlerimi karnıma çektim, kafamı da dizlerime dayadım, beklemeye başladım. Tam o an aklıma daha henüz iki yıl önce yaşadığımız İzmir depremi geliverdi. 2020 Ekiminde göçük altında can veren yüz on yedi kişi, onlar ne yapmıştı acaba deprem anında? Kaç tanesi çök-kapan-tutun komutuna uyabilmişti? Çökse de kapansa da tutunsa da tepesine yıkılan beton yığınları altında kaçı sakin kalıp ölümü bekleyebilmişti? Bugün kaç kişi enkazın tepesinde dolaşıp altta gömülü Buse’yle görüşen görevlinin elinden telefonu kapıp konuşan Bakan görüntülerini unutabildi? Biz böyle kapandık tutunduk bekliyoruz da, acaba elimize bir de telefon mu alsaydık, belki can çekişirken bizimle konuşmak isteyen bir Bakanımız arar?!.. 

Olmadı tabii, bir kez daha kalktım çöktüğüm yerden.

Ama ne var ki bir kere kafaya koymuştum, inatçıyımdır da. Ben bu işi beceririm, hepsi topu 20-30 saniye dayanırsın dedim. Hem bu sefer öyle dalgaya falan almadan, kendi bilgilerimden de aklımda kalan biçimiyle doğru bir çökme pozisyonu aldım aynı köşede. Dizlerimin üzerine oturdum, öne eğildim, kafamı ellerimin arasına aldım, ancak daha ben gözlerimi kapayamadan heryer karardı. Düşünceler, görüntüler, anılar, sesler birbirine karıştı. 

Hem kabus gibi, hem hepsi gerçek. Önce 1999 depremleri sonrasından görüntüler geldi gözümün önüne. O günlerde ulaşılmaz görünen demir ve beton yığınlarının en dip köşelerine dek, gözlerini kırpmadan ustaca tekniklerle giren maden işçileri çıktı karşıma. Gölcük depreminde enkaz altından can çıkaran madencilerin o günlerden on beş yıl sonra kendi kardeşlerinden tam üç yüz bir canı nasıl kaybettikleri dizildi boğazıma. Sonrasında, Amasra'da daha ayı dolmamış maden katliamında, yerin dibinde, kömürün zehirinde boğularak ölen kırk iki maden işçisi sıralandı. Derken onların yangında can verişleri anısından henüz iki gün önce Bursa’da, anne Amina ile yanyana yangında boğularak can veren sekiz küçücük beden canlandı zihnimde. 

Bu ülkenin acımasız ve iki yüzlü sermaye düzeninde, kitlelerle insanın, çocuk yaşta sömürüye, her milletten her yaştan emekçiyi kölelik koşullarında işçiliğe muhtaç bırakıldığı, yoksulluğa mahkum edildiği, yer altında yer üstünde, afette, kazada, kader fıtrat diye diye göz göre göre katledildiği gerçeği hortladı.

Artık bu kez fırladım. Bir daha da ne çökmeye ne kapanmaya kalktım.

Sonuçta dostlar ben bu tatbikatta bir kez daha anladım ki, kendisi başlı başına bir afet haline gelmiş bu ülkede, bir başımıza, kendi köşemizde kurtuluş yok bize. Ya hep beraber ya hiçbirimiz…