Yoldaş olacağız, eşitliği kurup yurttaşlığa varacağız. Ezilen halkların ve ezilen sınıfların elindeki “taş”tır bu. Taşla başlayacağız ve taşla kuşanacağız.

Taş

Bizi birbirimizle eşitleyen tarihsel dönemler ne kadar kısa. Hatta eşitliği devrimle birlikte parlayan bir “lahza” olarak tanımlasak yanlış olmaz. Zamanın bölünemeyecek en kısa parçası demek bu, Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-i Teahhûr” şiirinden aşinayız. “An” diyoruz şimdi, eşitlik, anlıktır. Parlayıcı ve patlayıcıdır haliyle, yıkıcıdır, devrimin ötesindeki etkilerini bir artçı sarsıntılar olarak ele alabiliriz. Kararsızlığa kapılabilir, yalpalayabilir, düşmanının önünde diz çökebilir ama önünde ve sonunda umutla kuşanmış insan var.  

Evet sabah olacaktır, sabah olur geceler
Kıyamete dek sürmez, sonunda bu gökyüzü
Bu mavi gök size bir gün acır, üzülme sen
Hayatı div-i hakikatle çarpışan kazanır
Zafer biraz da hasar ister…

“Haksızlık eden başları bir gün koparırlar” diye devam eder bu Fikret şiiri. Umutludur, yıkıcıdır, parlayıcı ve patlayıcıdır. Nitekim haksızlık eden başları az zamanda koparmışlardır. Fikret ütopik bir sosyalisttir, materyalisttir. Her türlü hurafeye, her türlü gericiliğe arkasını dönmüştür. Fikret, tek başına, Osmanlı’nın devriminin delilidir. “Kimseden bir fayda ummam, dilenmem kol kanat… Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” derken o “lahza”nın arayışındadır. Eşitlik hürriyet ister. Hürriyet ise devrimdir!

Fikret’ten çok önce şöyle diyor bir Fransız devrim şarkısı:

Ne tütsü istiyoruz ne de dua
Tanrı karışmasın zaferimize, 
Barut ve top sesi yeter bize,
Canı cehenneme tüm duaların,
Yurtseverler, devrimciler, toplanın,
Özgürlük şarkıları söyleyelim.

O kadar tanıdık, o kadar akraba ki bunlar, ikincisini de Tevfik Fikret yazmıştı desek gideri var. 

“Unuttuk diye namazı-Bizi ateşe atarsın-Kul yanması abes değil-Gel bas kızgın saca tanrı” diye sesleniyor 15. yüzyıldan Kaygusuz Abdal. Tanrıya kafa tutan bir ozandır o da. Biliyoruz, tanrıya kafa tutanın fikri ve vicdanı özgürleşmiştir. Hasar mı? Hasar almadan ve hasar vermeden o özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir. 

***

“Yurttaş”, o patlama anlarında birinin ürünü. Antik Yunan’daki şehir devletlerine, polis, aidiyetin ifadesidir başlangıçta. “Citizen” veya “citoyen”, şehir, city-cité, kökeninden gelir; “şehrin sakini” demektir. Ancak henüz bütün şehirliler “citoyen” değildir, köleler ve yabancılar dışındadır. Bunlarda başlangıçta eşitlik yoktur demek ki. İçine eşitliğin sızması devrimle birliktedir.

Fransız devriminde de istisnaları vardı. “Yurttaş”a kadınlar dahil edilmemişti örneğin. Sonra burjuvalar yoksulları da dışında tutmak istemiştir, yurttaşlık haklarını sadece mülk sahibi Fransızlar kullanacaktır. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinde hukuksal eşitlik burjuvaziye rağmen kabul edilmiştir. Yurttaşlık da eşitlikle gelmiştir. Devrim soyluluk unvanlarını kaldırdıktan sonra, devrimciler birbirlerine yurttaş, citoyen-citoyenne, diye seslenmeye başlamıştı. Artık eşitlik gelmiştir, kimse ötekinden üstün değildir demekti bu. Düşük Kral XVI. Louis’ye “Yurttaş Louis Capet” diye seslenmeleri bundandı. Yurttaş varsa kral yoktur. Patlama, kral olmasın, herkes yurttaş olsun diyedir. 

“Yoldaş” ise, ikinci büyük patlamada ortaya çıktı. 1917 Şubat Devriminin ardından da Fransız devriminin ezberi olan yurttaş yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ancak Çarlık döneminde monarşi yanlıları kendilerini “Rus vatandaşları ve İmparator'un sadık tebaası" olarak tanımlıyordu. Buna karşılık “yoldaş”, tartışmasız bir devrimciliğe işaret ediyordu. Geçici Hükümet'teki sosyalistler “yoldaş bakanlar” olarak adlandırılıyordu örneğin, polisler ve Kazaklar yeni "yoldaşlar"dı. Hatta kırsal büyücüler bile "yoldaş ruhlara” dönüştürülmüştü. Devrik II. Nikolay'ın muhafızları, ona “yurttaş Romanov” diye sesleniyorlardı. Yurttaşta ve yoldaşta devrimlerin iç içeliği gizlidir. 

Bizdeki “yoldaş”, sanılanın tersine, “arkadaş” kelimesinden daha eskidir. Arkadaşlar, arkalarını birbirine yaslar, durağandırlar. Yoldaşlar ise hareket halindedir, yoldadırlar, ilerlerler. Yürünecek yola da birlikte karar verirler. Yoldaşlık bozuldu mu yol da anlamını yitirir. Yoldaşsız yol mümkün değildir. 

Rusça karşılığı “tovariş”, “tovar” sözcüğünden türeme. Tovar, mal demektir. Tovariş, malı, mülkü paylaşan kimse anlamına geliyor. Bazı sözlüklere göre “tovar”ın kökeni Türkçe “davar”dır. Malı, davarı, paylaşanlar birbiriyle eşit olur. Yoldaşlıkta eşitlik var. 

Nazım Hikmet “Kosmosun kardeşliği adına” adlı şiirinde o yoldaşlığı evrensel bir düzeye çıkarır;  

yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz
hangi dilde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla
tovariş diyecek
söze bu sözle başlayacak biliyorum
tovariş diyecek
ne üs kurmaya geldim yıldızına
ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeğe
koka-kola satacak da değilim
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
‘yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber’
diyebilmek adına
evlerin
yurtların
dünyaların
ve kosmosun kardeşliği adına
"

İngilizcesi “comrade”dir, dost-meslektaş veya müttefik anlamına geliyor. İngilizcede bilinen ilk kullanımı 1884'te sosyalist dergi Justice'de. Yani onun da kökeninde sınıf var. İspanyolca ve Portekizce “camarada”dan türemiş, “oda arkadaşı” demek. “Comrade”lar aynı odayı paylaştıkları için aynı anahtarın kopyalarını ceplerinde taşıyorlar. Anahtar bir semboldür tabii; gerçekte bir parola da olabilir o, Komünist Manifesto da. 

***

“Hayatı div-i hakikatle çarpışan kazanır. Zafer biraz da hasar ister…” Bizim aydınlanma mücadelemizin esası da tebaadan yurttaşa dönüşmek üzerinedir. İlk kez 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de kayda geçirdik. Buna göre "Devlet-i Osmaniyye Tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine hangi din ve mezhebden olur ise olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur” denilmektedir. Böylece yurttaşlık tanımından din ve ırk çıkarılmış olmaktadır. 

1924 Anayasasındaki özgürlük tanımı, doğrudan 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinden alınmadır; “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir.” “Türk” ırksal temelli değil, yurttaşlık temellidir yani. Ancak bu tanımda esas alınanın yurt mu yoksa vatan mı olduğu belli değildir. 

Büyük halk ozanımız Neşet Ertaş bir türküsünde “Dünya senin vatanın mı yurdun mu?” diyor.  Vatan Arapçadır, yurt ise Türkçe. İlk bakışta eş anlamlı gibi görünür ama ayrıntıya baktıkça farkları ortaya çıkar. Yurt, Orta Asya'da Türk ve Moğol göçebelerinin ev olarak kullandığı çadırdır. Çadır yer değiştirebilir, hareket edebilir, göçebilir. Yurt, çadırın kurulduğu yerdir, yurt tutmak diye dillendiriyoruz.  Vatan ise toprak ile ilgilidir, toprağı taşıyamazsınız, tutamazsınız. Biz vatanı, 1850’li yıllarda öğrendik. Namık Kemal öğretti ve o nedenle “vatan şairi” olarak hatırlıyoruz. Padişahı gemlemek, yetkilerini sınırlamak ve toprağı halkla birlikte yönetmek istiyorduk. Esası padişahın mülkü olan toprağa el koymaktır. El koyduğumuz toprak mülkten vatana dönüşüyordu, ilk yazıcısının Namık Kemal olması rastlantı değildir. Eşitlik, bütün devrimlerde, el koymaya dayanır.  

***

“Daş” veya “taş”, aynılık, ortaklık içeren ad türetme ekimizdir. Onu ekleyerek eşlik, ortaklık, mensubiyet ve bağlılık bildiren isimler yapıyoruz. Yurttaş ve yoldaş oradan türüyor. Arkadaş ve kardeş var, hepsi birbiriyle sırdaştır. 

“Hayatı div-i hakikatle çarpışan kazanır. Zafer biraz da hasar ister…” Bizim aydınlanma mücadelemizin esası da tebaadan yurttaşa dönüşmek üzerinedir. Burada da mutlak bir yoldaşlık şartı var. Eşitlik ve özgürlükle yurttaşlığa ulaşacağız, ulaşmak için kararlı yoldaşlar olacağız. 

Tabii, eşitlik, anlıktır. Parlayıcı ve patlayıcıdır aynı zamanda, yıkıcıdır, devrimin ötesindeki etkilerini bir artçı sarsıntı olarak ele alabiliriz. Önünde ve sonunda umutla kuşanmış insan var. Yoldaş olacağız, eşitliği kurup yurttaşlığa varacağız. 

Ezilen halkların ve ezilen sınıfların elindeki “taş”tır bu. Taşla başlayacağız ve taşla kuşanacağız.