Ekonomik olan sadece mal üretimi ve dağıtımından ibaret değil ki. Kâh köprü-kanal oluyor koca bir tarihin geleceğine ipotek koyuyor,

Sürüden devlete, devletten…

Mafyaya…

Yani insanlık sürüden önce devletli toplumsal yapıya doğru gelişti, değişti, şimdi de (şu son yaşadıklarımızı hesaba katarak söyleyebiliriz ki) devletten mafyaya doğru... Gelişiyor!

Mafya derken kelimenin geniş anlamını düşünmek lazım: Hollywood filmlerinin ya da sansasyonel medyatik kitapların, romanların ötesini: Mafya, günümüzün (ve de son dört yüzyılın) tali değil olağan işleyişi.

O var, şu var ama esas olarak paranın saltanatı var.

Ve tabii ki paranın saltanatı sürsün diye müthiş ve de acayip bir uğraş var!

Biliyorsunuz, reislik çeşit çeşit. İktidar olanı var, muhalefete akıl vereni var. Doğuştan zaten reis olanı da var! Sonuçta hepsi “tek adamlığa” çıkıyor işte. Herkes seviyor “tek” olmayı!

Ama işte “otoriterlik” tartışması, değişim arayan kitlelere, toplumun değişim peşindeki dinamik kesimlerine mavi boncuk da dağıtıyor: Otoriterliği bir geçelim gerisi hep demokrasi! Sanki “çok adamlı” olunca düzen bir başka oluyormuş gibi.

Söylenen, daha doğrusu söylenirken söylenmeyen, az çok bu.

O nedenle demokrasiye çıkan (çıktığı iddia edilen) neredeyse her yol heyecan uyandırıyor! “Tatava yapma, bas, geç!”ten bu yana!

*

Demorkasi önemli! Radikaliyle normaliyle…

Ne de güzel bir “boş gösteren”miş bu demokrasi: kurtuluş, parlamenter sistem! Her niyete yeniyor, since 1950. Yani, burjuva siyaseti için çok önemli bir milat olan o tarihten, çok-partili düzene/seçim sistemine geçildiğinden beri, biliyorsunuz bu ülkede, herkes demokrat, herkes tek adam karşıtı.

Ama sistemin özü değişmiyor. Ya da “azıcık değişsin, yeter arkadaş” diye bekleniyor.

Peki, iyi… Güzel!

Ama…

İki soru var. Köklü iki soru.

Bir: “Özgür ve mutlu olmak isteyen insanlar niçin zorbalara, şeflere [reislere] ya da devletlere boyun eğer?”

Ve iki “Yetti, bitti gari noktasına gelen insanlar da neden kurtarıcılara bel bağlarlar?”

İlkini herkes soruyor. İkincisi ise çok az gündeme geliyor.

Bir mafya lideri bile üç dört video (ve aslında az çok herkesin bildiği üç dört kelam) ile siyasi “(y)önder” haline gelebildiği bir nesnellikten ve bu nesnelliğe bağlı bir toplumsal kurtuluş arayışından bahsediyoruz. Şov, biliyorsunuz, gırla gidiyor! Hepimiz sonunu merak ediyoruz ama…

Neden boyun eğeriz ve neden kurtarıcılar bekleriz?

Yüzyıllık sorular, bunlar. Yeni değil…

*

Sorulardan ilki bir kitaptan, 40 yılı devirmiş bir kitaptan alınma: Fransız sosyolog Eugéne Enriquez’in “Sürüden Devlete” başlıklı kitabından.

Kitabın ana sorusu bireyler, topluluklar ile yönetsel aygıtlar, kurumlar, şahıslar arasındaki psişik (yani zihinsel) ilişki. Ve bu ilişkinin Freud’un “toplum psikolojisine” dair kitapları merkezli olarak incelenmesi. Toplumsal bağ üzerine psikanalitik bir deneme!

Enriquez insanların, hatta insanlığın erken dönemlerden itibaren toplulukların nasıl ve neden şefler, reisler etrafında bir araya geldiğine yanıt aramış. Kitap tabii ki sadece “bu soru” ile tanımlanamayacak kadar kapsamlı. Ama aslında “sol içi” bir polemiğe yanıt olarak da görülebilir. Geniş anlamıyla… 70’lerin Fransası (ve Avrupası) ile birlikte yani…

İkinci soru ise Enriquez kitabını yazarken (70’lerin sonu oluyor) pek dolaşımda yoktu. Enriquez kitabını peygamberler, havariler ya da kurtarıcılar döneminde değil sosyalizmin her tür renginin havlu atmaya yakın olduğu bir zamanda yazmış. Bu nedenle kitapta “İnsanlar neden kurtarıcı beklerler?” sorusu pek yer almıyor. Ama yanıtı örtülü olarak ortalıklarda dolanıyor.

Biliyorsunuz, insanlığın yakın tarihinde öyle dönemler var: Kitlelerin kurtarıcı beklediği dönemler. Kurtarıcılarla büyülendiği dönemler. Daha doğrusu burjuvazinin kitleleri çeşitli kurtarıcılar etrafında mobilize edebildiği dönemler: 1890’lar, 1910’lar, 1930’lar ve 1950’ler ve 2000’ler…

Fransız psikanalist Lacan ise “kurtarıcı beklemeyi” yeni bir efendi arama olarak tarif etmiş, zamanında. 1968’de sokağa çıkan “devrimci” Fransız gençliği ile tartışırken “yeni bir efendi arıyorsunuz, bulacaksınız” demiş.

Lacan, bit anlamda, tüm o süreci, yani halen efsanelerle yaşayan ve yaşatılan 1968 günlerini histerik bir arayış olarak değerlendirmiş. Köklü bir değişim yerine acil yanıtlar ve hemen alınacak bir haz!

Biraz da Hegel’in “efendi-köle” diyalektiğine göndermede bulunarak İsyan ile efendi arayışı arasında bir bağ kurmuş: “bir kere köle olan her zaman köle kalır” demek istemiş. “Sizin istediğiniz köklü bir değişim değil, düzenin az çok böyle ama azıcık daha iyi biçimde sürüp gitmesi” olarak da tercüme edilebilir belki.

Olabilir. Ama ancak çaresiz köleler daha az köle olmak ister!

Peki, kölelikten çıkış yine kölelik ama daha az kölelik mi?

Yani köklü değişim mutlaka şart mı? Az ya da çok alınan yolun nesi kötü ki?

Bu soruya bilerek (ve bilmeyerek) “Evet ya, neden olmasın! Daha az kölelik kötü mü?” diye yanıt veren çok insan var. Değişik versiyonları olsa da bu kabule göre devrim bir aşırılık, hatta sadece 19. yüzyıl sonunda, 20. yüzyıl başında yaşanıp geride bırakılmış bir aşırılık. Görünüp kaybolmuş bir tarihsel hâl! Günümüzde ise artık gelişimin, değişimin yönü, işleyişi farklı. Köklü olana takılıp kalmak da geçmişe takılıp kalmak gibi…

*

Şimdi…

İlk soruya dönelim.

Enriquez bu soruya, temel olarak sorunun (çok daha kapsamlı olmakla birlikte) iktidar sorunu olduğunu söyleyerek yanıt veriyor: Toplumsal bağ bir kere ortaya çıktıktan sonra iktidar da geri döndürülemez biçimde ortaya çıkmıştır. Ve tüm tantana (uyum için gerekli olan kurumlar [din, devlet, aile], şiddet, ikna için çaktırmadan ya da zorla işleyen süreçler, toplumsal için gerekli olan kimi kişilik tipleri) iktidarın yeniden ve yeniden üretilmesi içindir.

Sanırım çok kabaca özetlediğim bu sav yabancı gelmemiştir. Son zamanlarda “mafya müfredatı” üzerinden de gündemimize giren düşünceler bunlar: İktidar insanları bozar, her iktidar kendi evlatlarını öldürür vs. Tamam, kitap bu düzeye indirgenemez ama bir yandan da Sürüden Devlete tam Sedat Peker’in sonraki videolarında yer alacak bir kitap. Peker’in (ya da ona danışmanlık verenlerin) akıl yürütmesine uygun. En azından adıyla: Sürü, devlet, iktidar, reisler, babalar… Daha ne olsun!

Enriquez toplumsal bağın ortaya çıkışı ve işleyişinde “ekonomik olanı” yani “malların üretimi, dağıtımı ve sermayeye yeniden dönüşümünü” önemsizleştirmiyor. Aksine kitap boyunca bazen açık bazen de örtülü olarak bir “tarihsel materyalizm” polemiği de var. Ekonomik alanın ise toplumsal bağ için, iktidarın sürekliliği için gittikçe karmaşık bir hâl aldığını öne sürüyor. Yani biraz tersten gösteriyor tarihi.

Yanlış mı? Eh, kısmen doğru sayılabilir. Sınıfın siyasi iktidarının ekonomik alanı da sürekli yeniden düzenlediği tabii ki söylenebilir.

Ama ekonomik olan sadece mal üretimi ve dağıtımından ibaret değil ki. Koca bir mekanizma. Kâh köprü-kanal oluyor koca bir tarihin geleceğine ipotek koyuyor, kâh heyecan verici aldanışlar oluyor koca bir insanlığın geleceğini mühürlüyor.

Eh, olsun! Tüm bunlar olurken bizim de elimiz armut toplamıyor.

Değil mi!