Bırakın hesabı kitabı; 'stratejik oy' denen şeyi çöpe atın. Sandığa yurttaşlığınızı, hak arayışınızı, güveninizi, dayanışmanızı koyun. 

Strateji uzmanı değil seçmen

Seçme ve seçilme hakkı yurttaş olmanın koşullarından biri. Burjuva demokrasisinin ortaya çıkışı kapitalizmden çok daha eskidir. Henüz ortada sanayileşme diye bir şey yokken kentlerde zenginleşen yeni bir sınıf, aristokrasinin mutlak egemenliğinin ayağını kaydırıyordu. Belediyeler bu yeni gücün iktidar alanı olarak şekillendi. Mülksüz emekçiler ve mülkü olsa bile kocasının tasarrufundaki kadınlar, seçilmek ne kelime, seçme hakkını bile ancak rüyalarında görüyorlardı. Burjuva demokrasisinin ilk formu budur. Demokrasi yeni zengin erkeklerin aristokrasiyle masaya oturmasıdır. Hepimiz eşittik, parası olanlar daha eşitti!

Aristokrasi toprağın sahiplerinden oluşur. Yeryüzünü nasıl mülkiyetlerine geçirdiklerini kolay kolay yanıtlayamadıklarından olsa gerek, bu eski zenginler tanrıya sığınmışlardı. İktidarları, yetkileri, ayrıcalıkları tanrı vergisiydi. 

Yeni kentli zenginlerse ticaret yapıyor, alıp satıyor, birtakım işletmeleri çalıştırıyorlardı. Burjuvazi “çalıştım da kazandım” dediğinde ve bu laf yeterince demagojiyle süslediğinde kamuoyunu ikna edebilirdi. 

Demek ki eski zenginler meşruiyetlerini fizik ötesinden alırlarken, yeni zenginler basbayağı dünyeviydiler. 

Burjuvazi o kadar buralıydı ki, seçme ve seçilme hakkının ilan edilmesiyle açılan kapıdan mülksüzlerin ve kadınların da geçmesinin kaçınılmaz olduğunu görebilirdik. Diyemezlerdi ki, hayır bu hakkı sadece zenginler için istiyoruz! Ayaklarımız bu dünyaya basıyordu, eşitsizliği mazur gösterecek bir tanrıya veya şeytana sığınamazdı burjuvalar. Ama gözle görünenin hayata geçmemesi için birlik olup çok uğraşabilirlerdi. 

Lakin halk da uğraştı! Büyük dediğimiz iki devrimden birinde Fransızlar yurttaşlığı inkâr edenleri giyotine yolluyorlardı; Ruslarsa mülksüzleri yurttaş saymayan mülk sahiplerini seçme ve seçilme hakkının dışına ittirdiler. Özetle demokrasinin halka inmesi, eski ve yeni zenginlerin masasından değil yoksul semtlerin, fabrikaların çamurlu yollarından geçerek mümkün olmuştur. “Ayaklar baş olmaz” mülk sahiplerinin atasözüdür. Burjuva demokrasisi ayakların baş olmamasını güvence altında almayı da kapsayan bir tanıma kavuşturuldu. Emekçiler de onun karşısına sosyalist demokrasiyi çıkarttılar.

Bu kadar dünya tarihi yeter, derseniz, ayaklar baş olmasın diye bizimkilerin neler yaptığına geçebilirim. 1960’ların o ilginç seçim kanunu bir krizin çatlağından sızıverdi. Buna göre hangi parti ne kadar oy aldıysa, meclisteki temsili de tam tamına o oranda olmalıydı. Aybar ve Boran’ın TİP’i yüzde üçe çok yakın bir oyla Meclis’te tam yüzde üç oranında sandalyeye sahip oldu, 1965’te. 

Türkiye’nin eski-zengin ağaları ile yeni-zengin fabrikatörleri büyük çoğunluğu çulsuzların oluşturduğunun farkındaydılar. Tehlike büyüktü; nasıl bir kere “genel oy hakkı” dendiğinde mülksüzleri ve kadınları dışta bırakmak imkânsız hale geldiyse, “temsilde adalet” de iktidarın emekçilere teslim edilmesinden başka mantıklı bir sona evrilemeyecekti. Seçim ile temsil arasındaki bağı kesmek için harekete geçtiler. 

İleriye doğru yol almış bir toplumsal gelişmeyi akla gelecek her tür silahı kullanarak imha etmeye karşıdevrim diyoruz. Seçim yasaları defalarca yeniden düzenlendikten sonra bugün elimize seçilme hakkının kaldığını pek iddia edemeyiz. Partilere aktarılan paralara, medya olanaklarına falan hiç gelmeyin; adayların düzen partilerine ödediği başvuru ücretlerine bakın. Gerçekte kurulan aday pazarlarına hiç bakmayın! Meclis bir zenginler kulübüdür. Emekçinin seçilmesi mekanizmanın olağan işleyişinin dışındadır. 

Elbette devrimcilerin işi, egemenlerin olağan işleyişini bozmak, sınıfsal atasözlerini yerle bir etmek. Bizim halkımız da yurttaşlığın gaspına karşı uğraşacak, uğraşıyoruz. 

Yalnız, çok geriye düştüğümüz açık. O kadar ki, 1960’ların sonlarından beri mıncıklana mıncıklana bugün önümüze gelen düzenlemede bir seçme hakkının kaldığı da kuşkuludur. Bu sistem yurttaş-seçmeni yok edip yerine yarı cahil bir strateji uzmanını geçirmiş bulunuyor.

Uzmanımız bir dünya görüşüne sahip olabilir. Ama bu, oyunu da dünya görüşüne uygun partiye vermesini gerektirmez. Oy kullanmak hesap işidir. “Barajı geçer mi” sorusu bile eskidi artık. İttifaklar var örneğin. Bunlar, adı üstünde “seçim ittifakı” olduğu için, önemli olan seçilme kapasitesidir. Müttefiklerin politik benzerlik taşıması önemli değildir. Kadınları kapsamayı gözetenle kadın düşmanları, Kürt milliyetçileriyle Türk milliyetçileri, İkinci Cumhuriyetçi liberalle sosyalist, yurtta sulh cihanda sulhçu ile yeni-osmanlıcı, özelleştirmeciyle kamucu, NATO’cuyla bağımsız Türkiye’ci müttefik partilerin listelerinde buluşabilir. Oy alınması mümkün taban bu yolla alabildiğine genişleyecektir. İttifakı partilerin her anlamda güçlerini birleştirmesi anlamına yormak eskimiş bir fikirdir. Değil mi ki, sistemin son mıncıklanışına göre müttefikler kendi aralarında da rekabet etmektedir. O zaman belki de yukarıdaki beş benzemezler müttefikin ağabeyinin listesinde harman oluverir…

Yurttaş-seçmenin “ne bu saçmalık” diyeceği noktada, strateji uzmanımız koltuk algoritmaları üstünde çalışır. Böylece bir dinci parti modern geçinen bir başkan adayına imza taşır. Faşist bir terör örgütünün liderleri tutulur, başka listeden Meclise taşınır. Sosyal demokrat sanılan bir diğer parti listelerine çeşit çeşit sağcıyı yerleştirirken sermaye yağmasından hesap soracağını ilan eder. Maksat bu fikirlerden herhangi birinin kendisini benimsemek, savunmak, taraftar bulmak falan değil, daha fazla koltuk elde etmektir. Seçim bu demek değil midir?

Bu acayipliğin Türkiye’ye özgü olduğunu zannetmeyin. Fransa sık sık birinci parti konumuna çıkan ırkçıların iktidarına hazır olmadığı için “temsil adaletini” ortadan kaldırmanın örneklerini yarattı. Putin üst üste başkan olmayı sınırlayan yasa maddesinin etrafından başbakanıyla rotasyon yapıp dolanmıyor muydu? ABD hakkında konuşmaya bile değmez; paranın oluk gibi aktığı seçimlerde seçmenlerin yarısı oy kullanmaz. Kullananların yarısının oyundan doğrudan değil iki dereceli bir garip hesaplamayla dünyaya başkan çıkartılır! 

Anlaşılmaz, acayip, saçma falan demişsem, temsil adaleti açısından diye eklediğimi atlamayın. Yoksa ayaklar baş olmaz düsturu iş başındadır. Tabii biz daha Doğudayız ve atı alan mühürsüz oylardan yaptığı eyere oturup Üsküdar’ı geçebilir!

Türkiye’de bu aralar siyasi partiler insanları ikna ederek, örgütleyerek güç kazanmaya çalışmaktan ziyade, hangi adayın hangi listeden, hangi müttefikin başka hangi partiden aday olmasının veya olmamasının algoritmasını hesaplıyorlar. Çoktandır emekçilerin seçilme hakkının delik deşik edilmesi yetmemiş gibi, yurttaş seçmenin seçme hakkı da ortadan kalkıyor. 

Biz burjuva demokrasisini gerçek bir eşitliğe doğru zorlarız. Madem eşitiz ve temsilde adalet istiyoruz, emekçi halkın iktidarı meşru, zorunlu ve adildir. Yani zorlayacağımız, bir devrimden başka şey değildir. 

Yaklaşan seçim içinse şunu deriz: Bırakın hesabı kitabı; “stratejik oy” denen şeyi çöpe atın. Sandığa yurttaşlığınızı, hak arayışınızı, güveninizi, dayanışmanızı koyun.