Çok uzak görünmüyor demek mi gerekir, yoksa yakın demek mi? Bu sorunun yanıtı dikilmeyi başarabilenlere, onların inadına, becerisine ve hepsinin üzerinde yükselecek örgütlülüğüne bağlıdır.

Sosyalizm için mücadele sıra beklemez

Çok eski ve çok geniş bir siyasal mücadeleciler alanı olarak Türkiye sosyalist hareketi içindeki başlıca damarlardan birinin güncel bir seslenişinden söz etmek istiyorum. Ama önce bu cümledeki iki noktaya ilişkin en kısa açıklamaya ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim.

Birincisi, buradaki “sosyalist” sözcüğünü egemen toplumsal düzeni sosyalizm ile değiştirmek amacıyla mücadele edenleri anlatmak için kullanıyor ve bunu yaparken sosyalist ile komünist sıfatları arasında, ister kişisel ister sınıfsal ve örgütsel anlamda olsun, bir farklılık gözetmiyorum. Bunun Avrupa’ya, bugünkünden çok, geçen yüzyıldaki Avrupa’ya özgü bir farklılaştırma olduğunu, dolayısıyla bizim ülkemizde önemsenmeye değer bir karışıklığa yol açmadığını düşünüyorum. Bizim ülkemizde, ben sosyalistim ama komünist değilim ya da biz sosyalistiz, ama komünist değiliz diyen, nicelik ve nitelik açısından kayda değer bir toplam olmamıştır. En azından adlandırma açısından böyledir. Hâlâ böyledir.

İkincisi, ülkemizdeki o hareket içinde “başlıca” damarlardan biri derken herhangi bir öznel abartma yaptığım kanısında değilim. O damarı abartmıyorum, kendimi de içinde saydığım için böyle bir değinmenin gerekliliğini ileri süren olursa, doğrudur, başlıca sözcüğünün anlattığından daha güçlü olduğu yanılsaması içinde değilim, öyle olsaydı bugün o hareketin bütünü çok daha ileri bir konumda olabilirdi. Ama o damar vardır ve yalnız bizim coğrafyamızda değil dünyamızın her yanında başat nitelik kazanmaya adaydır.

O damar, herhangi bir gerekçeyle sosyalizm mücadelesini erteleyen, bu sözcük abartılı görünüyorsa, bir sonraya bırakan, bir sonradan önce ise değişik biçimlerde gündeme gelmiş/getirilmiş hedefleri öne çıkaran yaklaşımları reddeder. Reddettiğini, zaman zaman güncelliğin belirlediği somut nitelemelerin ötesinde, açık seçik bir genellemeyle “aşamacılık” olarak adlandırır.  Bu adlandırmayla dile getirilen ise mücadelenin farklı dönemlerinde nesnel olarak ortaya çıkan hedeflere doğru gereken adımların atılması, buna yönelik görevlerin öncelikle yerine getirilmesi değil, asıl hedefin gündemdeki yeri belirsizleştirilerek neredeyse unutulmasıdır. Buradaki “neredeyse” sözcüğünü abartmamak ya da öyle düşünenlere haksızlık yapmamak üzere bir yumuşatıcı olarak kullandığım anlaşılıyor olmalıdır.

***

Kitaplar yazılmasını gerektirecek kadar kapsamlı bir konuya girmeden, yarattığı vurgulama ihtiyacı ile beni bu yazıyı yazmaya yönelten en başta sözünü ettiğim seslenişe gelelim.

Geçenlerde, 27-29 Ekim günlerinde, Küba’da bir toplantı yapıldı. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı adını taşıyordu ve anılan toplantıların yirmi ikincisi olarak gerçekleştiriliyordu. Bir öncekinin Türkiye ve Yunanistan Komünist Partilerinin ortak düzenleyiciliğinde İzmir’de yapıldığı Havana’daki toplantıda, TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın da bir konuşması vardı. Bu konuşmada dile getirilenlerin, yalnız bizim ülkemizdeki sosyalist devrim mücadelesi için değil bütün dünyadaki benzerleri için de çok önemli vurgular içerdiği, bunların yaygınlaşarak benimsenmesinin özgül koşullar ne olursa olsun yeryüzünün her yanında yürütülen emekçi sınıf hareketleri açısından da zihin açıcı etkilere yol açabileceği kanısındayım. Oradan birkaç aktarma ile devam edeceğim.

“Bizim ülkemiz yıllar boyu darbelerin, siyasal İslamın, faşizmin, militarizmin öne çıktığı bir ülkedir. Buradan baktığınızda Türkiye’de önce demokrasi inşa edilmelidir. Ancak gelişkin bir sermaye sınıfının, güçlü tekellerin egemenliğindeki Türkiye’de demokrasi inşa edilemez. Biliyoruz ki Sosyalizmi önce insan hakları, önce demokrasi, önce barış diyerek ertelemek, sermaye diktatörlüğüne teslim olmaktır.”

Gerçekten, ne demek olduğu bir türlü anlatılıp anlaşılamayan şu demokrasi, birçok açıdan  gelişmiş bir sermaye sınıfıyla, her durumda gücünü ortaya koyan tekellerle el ele inşa edilebilecek bir “şey” midir? Başka türlü söylenirse, halkın yönetimi derken anlatılmak istenen “halk”, her boyda sermaye sahibinin yanında çalıştırıp ekmeğini verdiği zavallı emekçilerle el ele, gönül gönüle bir inşa çabasına gireceği “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle” midir?

Barış da insan hakları da özgürlükler de ancak sosyalizmin varlığıyla asıl anlamlarına ve gerçek bir güvenceye kavuşabilir. Bunlarla sosyalizm arasında bir öncelik ilişkisi değil birliktelik ilişkisi vardır.

Anmak ve yeniden vurgulamak gereği duyduğum konuşmada, bu tür genel doğruların yanı sıra, ülkemizin şu sıralar en güncel kaygılarından biri olan ve bir süre daha belki de yoğunlaşarak süreceği anlaşılan soruna ilişkin yerinde bir saptama da bulunuyor:

“Erdoğan gitmeli, evet. Bir an önce. Ancak ‘önce Erdoğan gitsin’ diyenler arasında en çok NATO’cuların, Amerikancı-İngilizci liberal çevrelerin sesi çıkıyor. Türkiye toplumunda biriken Erdoğan karşıtı enerjiden yararlanarak Erdoğan’ın hizmet ettiği sermaye iktidarını sürdürmek ve ona yeniden inandırıcılık kazandırmak istiyorlar.”

***

Fidel’in ta 1953’te büyük bir özgüvenle haykırdığı ve bütün hayatıyla doğruladığı “Tarih beni aklayacaktır!” öngörüsünü biz diyerek yineleyebilmek bakımından vazgeçilmez olan, sosyalizm mücadelesini hiçbir koşulda ve hiçbir haklı görünen gerekçeyle ertelememektir. Erteleme ile unutma arasında bir adımdan daha büyük bir uzaklık bulunmadığını anlamak için, bırakalım tarihi, kendi hayatımıza bakmak bile yeterlidir.

“Yetersizlik ve hatalarımızı biliyoruz. Ama en büyük hata, sosyalizm ve devrim hedefini ertelemektir. Kapitalizmin bu kadar sarsıldığı ve sürdürülemez hale geldiği bir sırada parlamentoya ve düzen içi kurumlara sıkışırsak tarih bizi affetmeyecektir.”

İnsanın insan tarafından sömürülmesine ve baskı altında tutulmasına kökten son vermenin ardına düşenlerin şimdiye kadar kurabildikleri sosyalizm önce çözülmüş, sonra yıkılmıştır. Bu sürecin sonlarına doğru ve en sonunda, bir bölümü kendi içinden çıkmış bir bölümü dışarıdan saldırmaktan vazgeçmemiş en aşağılık yaratıkların maskarası olmuş; bu satırlarda olduğu gibi, soğukkanlılık iddiasındakileri bile zıvanadan çıkartıp sövüp saymalarına yol açan hatalar yapmıştır. Ama sarsılmayan düşüncesiyle, öğretici eylemiyle, eksilmeyen özlemiyle hâlâ ayaktadır. Dimdik denemese bile ayaktadır. Dimdik olsaydı zaten bugünkü durumda olmazdı. Öyle olacağı zaman çok da uzak görünmüyor.

Çok uzak görünmüyor demek mi gerekir, yoksa yakın demek mi? Bu sorunun yanıtı dikilmeyi başarabilenlere, onların inadına, becerisine ve hepsinin üzerinde yükselecek örgütlülüğüne bağlıdır.

Bir de şuna bağlıdır: Dış etkenler yok muydu sorusunu duyar gibi olacağımın farkındayım ama, onları çok fazla gündeme getirmek hatalarımızı görmeyi engeller. Aslolan, bizim halkımızın  emekçi insanlık için söylenmişe benzeyen şu sözünde gizlidir ve şimdi yapacağımıza benzer bir yorumla anlaşılırsa ön açıcı olur: “Kendi düşen ağlamaz.” Ağlamaz da ne yapar? Düştüğü yerden kalkar ve bir daha düşmemeyi öğrenerek yoluna devam eder.