Aydınların sosyalist mücadelede yer almalarına ilişkin tarihteki örneklere değinen bir yazı değil bu. O yer alışın önemine, gerçekleşmesinin koşullarına ve biçimlerine yeniden işaret edecek sadece.
Aydınların sosyalist mücadelede yer almalarına ilişkin tarihteki örneklere değinen bir yazı değil bu. O yer alışın önemine, gerçekleşmesinin bazı koşullarına ve biçimlerine yeniden işaret edecek sadece.
Başlarken de aydınlarla ilgili bir tanım yapmaktan, eski deyişle, “efradını cami, ağyarını mani”, içine alması gereken bütün özellikleri kapsayıp uygun olmayanları dışarıda bırakan eksiksiz bir tanıma ulaşmanın güçlüğü ile uğraşmaktan kaçınmayı seçiyoruz. Onun yerine bazı açıklamalar ya da açıklayıcı notlar yazıp geçeceğiz. Bunu da üçle sınırlı tutacağız.
Birincisi, aydın için okuyan yazan, düşünen, düşünce üreten, asıl işi gücü bunlar olan, bunlarla ya yaşamını sürdürmenin yolu olarak ya da en çok zaman ayırdığı iş olarak uğraşan kişi denebilir. İlk durumda bir zümre olarak aydınlar, ikinci durumda yaşam araçlarının üretimini o yolla sağlamasa da düşünme, okuma, yazma türünden işlerle uğraşma özellikleriyle aydın olanlar akla geliyor.
İkincisi, kendi uzmanlığı olan, birikimleri açısından en çok bildiği bir konuyla uğraşıp dururken, genellikle o konuyla pek fazla ilgisi olmayan bir “evrensel” soruna kafasına takıp oradaki insan aklına aykırı durumla uğraşmak için bütün emeğini harcayanlar.
Üçüncüsü, belki de ikincinin bir alt kümesi olarak, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokanlar. Bu sonuncusunun, oldukça belirgin bir eylemlilik içerdiğini ve geçen yüzyılın önemli aydınları arasında sayılabilecek Jean Paul Sartre’a ait olduğunu da eklemeden geçmeyelim.
Burada sorulara ve sorunlara aydınlık getirenlerden, onları ve onlarla ilgili olarak insanları aydınlatanlardan söz edildiği açık olmalıdır. Böyle der demez, bundan on yıllar önce, Yürüyüş dergisinin kapağına çıkardığımız “aydınlatmayan aydınlar” deyişini hatırlıyorum. Toplumsal hayatın belli dönemlerinde bir zümre olarak aydınlar sözcüğün bizim dilimizde taşıdığı anlamın çok uzağında olabilirler. Hatta, karanlıkta kalmış, açıklanmamış sorunları aydınlatmak bir yana, az çok açıklığa kavuşmuş konularda bile karartıcı bir işlev görebilirler.
Bir de, aydınların ve ürünlerinin taşıdıkları değerin çağdaş kapitalist dünyanın piyasalarındaki geçerlilikleri ile ilgisiz sayılamadıkları olgusu söz konusudur. Buna karşılık, belirli durumlarda, örneğin, güçlü sınıfsal bağlantılara ve/veya siyasal mücadele içinde hak edilmiş bir yere sahip olunduğunda, piyasadaki geçerliliğin önemini yitirdiği de görülmektedir.
Sosyalist iktidarı almanın ve ardından yepyeni bir toplumu yaratmanın peşinde olanlar için aydınların yaratıcı emeğinin bu mücadelenin bütün aşamalarında, devrimden önce de sonra da, vazgeçilmez bir önemi vardır. Yeter ki, şu noktada gerçekten içtenlikli bir ortaklaşma olsun: Aslolan, sosyalizmin tarihsel ve güncel çıkarlarını, yararını, gelişimini en üst düzeyde gerçekleştirebilmektir. Pek çok yanılgıya düşmekten kurtulamamış bir devrimcinin son derece doğru bir sözünü biraz genişleterek yinelersek, şunu söyleyebiliriz: “En güzel bilim ve sanat eseri, sosyalist toplumdur.”
Esas olarak geçen yüzyılın çok kafa yorulmuş, çok tartışılmış bir sorunu olan “bağlanma”, ilk bakışta, bir başlangıçtır ya da bir araç; bağlanma ile ulaşılmak istenen amaca doğru atılmış bir ilk adım, bir önkoşul. Ancak, bunun herhangi bir başlangıç adımı ile karşılanamayacak, tamamlanamayacak bir hemen ulaşılmazlığı, derinliği yahut kalıcılığı ima yahut işaret ettiği de akılda tutulmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, bir süre çaba gösterildikten, bazı sınavları ya da aşamaları geçtikten, belirli bir sınanmışlığı geride bıraktıktan sonra ulaşılabilecek bir tür kendinde amaçtan söz edilmekte olduğu ileri sürülebilir.
Yirminci yüzyılın bütün has aydınları bunu dile getirmişler ve sonunda şu ya da bu biçim ve kesinlikte bağlanmışlardır. Bu süreçte ve sonucunda, o yüzyılın tartışılmaz belirleyeni durumundaki sosyalizm mücadelesinin ve sosyalizmin kitaplardan çıkıp yere basmasının, zaman zaman bir içsellik, öyle olmadığında da en azından hep kendini duyuran bir dışsallık olduğunu dile getirebiliriz. Bununla birlikte, burada, kimileyin ilerletici kimileyin de içinden çıkılmaz görünen bunalımlar yaratıcı bir etken olarak şöyle bir gerilim de hiç yok olmamıştır: Ütopyalar yaratmak ve onların ardından koşmak, aydın olmanın bir gereğidir: “Kurulabilen sosyalizmin” düşlerde yaratılmış ütopyaları, bence güzel Türkçesiyle, “yokülkeleri” yeryüzüne indirmesi, aydınlar için bu ölçüde somutlaşmış bir bağlanmayı güçleştirmiştir; çünkü, her ütopya, yeryüzüne ayak bastığında, şöyle de söylenebilir, yokülke yaşanmakta olan ülkeye dönüştüğünde, büyü gerçeğe, dokunulmamış güzellik kullanıma sokulmuş güzelliğe dönüşür. Oysa, örnek olsun, Mona Lisa’da Leonardo’nun yarattığı gülümsemeyi, herhangi bir gerçek kadın yüzünde bulmak mümkün değildir.
Bunca sözden sonra, kime ya da neye bağlılıktan söz edilmektedir ve bağlılık nereye kadar olacaktır? Bu iki soruyu, biraz gereksiz görünmekle birlikte, sorup yanıtlamakta yarar var.
İlk sorunun yanıtı şudur: Hayatını sürdürmek için gerekli araçlardan yoksun bırakılmışlara bağlılıktır söz konusu olan. Marx’ın Kapital’in binlerce satırı arasında ilerlemeye çalışan okuyucuyu çarpan dipnotunda aktardığı Shakespeare göndermesi hatırlanacak olursa,
“sayesinde yaşadığım araçları elimden alırsanız
hayatımı almış olursunuz”
diyenlerin yanında olmaktan, onlara bağlanmış olmaktan söz edilmektedir.
İkinci sorunun yanıtı ise şuna benzer bir yanıt olmalıdır: Her ciddi sarsıntıda, tehditte, sallanmada yıkılabilir olmanın çok ötesinde dayanıklılığa sahip bir bağlanmadan söz edilmektedir burada. Sarsıntı, tehdit, sallanma türünden sözcüklerle anlatılmak istenense sadece maddi güç ya da zor ile ilgili değil, daha çok düşünsel alanla ilgilidir. Has aydın açısından asıl direnilmesi gereken tehdit, kaba güçle ortaya konanı değil, sahip olduğu düşünce sisteminin açıklayıcı gücüne, inancının ve inadının dayanıklılığına yönelmiş olanıdır. Aydın, hiçbir ağır saldırı karşısında, dünya görüşünün açıklayıcılığına ve ondan güç alan inadına toz kondurmayan, ama her ikisinin de geliştirilmeye muhtaç olmaktan hiç kurtulamayacağını düşünen insandır.
Bütün bunlar, toplumsal hayatın üretimi ve yeniden üretimi için gerekli emeğin bir parçası olan, ama onun gelişmesinin bir sonucu olarak mümkün olabilmiş ve aynı zamanda ondan görece bağımsızlaşmış boş ya da aylak zamanı kullanabilen toplum bireylerinin yaratıcı çalışmasını gerektirir. Buradaki emeğin yaratıcılığı, önemli ölçüde, sonuçlarının bütün boyutlarıyla önceden kestirilemez oluşundan gelir. Denebilirse, insan toplumları, üyelerinin bir bölümünün toplumsal işbölümünde belirli roller üstlenerek yaratabildikleri artık ürünü ortaya koyamamış olsaydı, insanın bütün hayatı bir öncekinden neredeyse mutlak anlamda farksız günlerin yaşanıp durmasından ibaret olurdu.
Öyleyse, toplumsal olarak, hem o boş zamanın kullanımına ilişkin bir söz söyleme hakkı bulunmalı hem de bu hak o zamanda gerçekleştirilen emeğin kendine özgü yanlarını hesaba katmalıdır. İlkinin eksikliği, ne ahlaki ne de, insan toplumlarının yönetimi anlamında, siyasal açıdan kabul edilebilirdir. İkincinin eksikliği ise toplumsal gelişmenin nesnel bir sonucu olan boş zamanın doğasına aykırıdır. Ancak, her iki eksikliğin de mutlak anlamda var olamayacağı belirtilmelidir. Başka bir anlatımla, toplumsal hayat, bu eksiklerin çatışması ve ondan doğan gerilimle birlikte var olur; o çatışmaların bir ürünü olarak ilerlemesini sürdürür.
Devrimci siyasal mücadelenin, koşulları, kuralları oldukça iyi belirlenmiş bir örgütlülüğü gerektirdiği bilinir. Bu belirlilik hem örgütün kendisi hem de seslenmeyi ve harekete geçirmeyi hedeflediği kitleler açısından şaşırtıcılıklara yer bırakmamalıdır. Böyle olması gerekir; çünkü, belli bir hedefe doğru hareketlenmiş kitleler için şaşırma durumu, ölümcül olabilecek güvensizliklerin kaynağını oluşturabilir.
Oysa, öte yanda, doğası gereği şaşırtıcılıklara açık, hatta herhangi bir şaşırtıcılık ortaya koyamadığında gerçeklik kazanamayan bir alan vardır. Aydınlar, tümüyle değil ama sürükleyicilik gösterebilen kesimiyle, o alanın insanlarıdır. Bu gerilim nasıl kendini var eder? Kısaca birkaç biçimden söz edebiliriz,
Birincisi, siyasal mücadele ve örgüt ile öteki alan, entelektüel yaratıcılık alanı, birbirlerine karşı fazla mesafeli ve güvensiz davranabilir. Bu her iki taraf için de güdüklük, kısırlık, verimsizlik türünden sonuçlar doğurmaya yatkın bir var olma biçimidir.
İkincisi, örgüt ve mücadele tarafı kendi duyarlılıklarını koruyup sahiplenmekle birlikte, öteki alanın şaşırtıcı bulgularına karşı ilgili ve alıcı bir turum içinde bulunur. İkinci alan ise ilkindeki gelişme ve ihtiyaçları kavrayabilme yetisini şu ya da bu ölçüde geliştirmiştir ya da geliştirme çabası içindedir.
Üçüncüsü, örgüt ve mücadele içinde de entelektüel yaratıcılık alanına özgü denebilecek çalışmaların yürütülmesi imkânları açık tutulmakta ve kullanılmaktadır. Aydınlar ise, en azından küçümsenmeyecek bir nicelikte, doğrudan siyasal örgüt ve mücadele içinde yer almaktadırlar.
Dördüncüsü, her iki alan arasındaki geçişkenlik, ayrı alanlardan söz etmeyi güçleştirecek kadar artmış ve sınırlar oldukça belirsizleşmiştir. Böyle bir durumun, örgüt ve mücadelenin gelişmesini sınırlama ve yavaşlatma, ikinci alandaki yaratıcılığı ise, ilk bakışta sanılabilecek olanın tersine, pek artırmama, hatta önemli ölçüde azaltma olasılığı yüksektir.
Bitirirken birkaç dilek ve değerlendirme sözü ekleyebiliriz.
Bir insana yöneltilebilecek en gönendirici övgülerden biri: aydınca davranmak (aydın olabilmek).
Bir aydın için dile getirilmesi mümkün en sevgi dolu dilek: sosyalizm için mücadele edebilmek.
Aydın ya da değil, bir insanın ardından yapılabilecek en övgülü değerlendirme: sosyalizm mücadelesine çok katkısı oldu.