Türkiye zamanın son derece hızlandığı ve hafta hafta bile değil adeta gün gün büyük değişimlerin ve kırılmaların gözlemlenebildiği bir konjonktüre girdi.

Sosyal demokrasi, 'Çin modeli', OHAL

Programında, partinin ideolojisini besleyen üç kaynaktan birinin “sosyal demokrasinin evrensel kuralları” olduğu yazan CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, çok kısa bir süre öncesine kadar CHP’yi sağa çektiği yönündeki eleştirilere sol ve sağın 18. yüzyıla ait kavramlar olduğunu söyleyerek yanıt veriyor ve 21. Yüzyılda artık böyle bir ayrımın kalmadığını öne sürüyordu. 

Bu bakış açısına göre, dünyadaki esas çelişki artık emekle sermaye arasında değil demokrasilerle diktatörlükler arasındaydı ve Kılıçdaroğlu buradan hareketle Komünist Manifesto’ya güya onu yanlışlayacak biçimde bir atıf yaparak “dünyanın bütün demokratları birleşiniz” diyordu. Yani artık birleşmesi gerekenler işçiler, emekçiler değil “demokratlar”dı, işçilerin birleşmelerini gerektiren zamanlar geride kalmıştı.  

Ancak Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz ve derinleşip yaygınlaşan yoksulluk, Kılıçdaroğlu’na “partinin ideolojisini besleyen üç kaynaktan biri”ni hatırlatmış olmalı ki, topluma seslendiği ve cumhurbaşkanı adaylığına hazırlık kampanyası olarak görebileceğimiz videolarda bir süredir kendisinin ve partisinin sosyal demokrat olduğunu vurgulamaya başladı. “Bu düzeni değiştireceğiz” sözü ise hem kendisi hem parti yöneticileri tarafından daha önce hiç olmadığı kadar çok zikredilir hale geldi. 

Bu vurgu elbette ki bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Yoksullukla zenginliğin, açlıkla tokluğun, sefaletle lüksün böylesine bir arada bulunduğu ve devasa bir gelir uçurumunun ortaya çıktığı bir ülkede, yoksulun, açın, sefalet içerisinde yaşayanın, bilinçli ya da bilinçsiz, politik ya da apolitik bir şekilde mevcut düzene öfke duyacağı, olan biteni sorgulamaya başlayacağı biliniyor. 

İşte bu bilgi nedeniyle, sadece Kılıçdaroğlu sosyal demokratlığını hatırlamıyor, Millet İttifakı’nın içindeki ya da çeperindeki partiler de liberal-muhafazakâr kimliklerine rağmen “sol” bir jargonla halka seslenme mecburiyeti hissediyorlar, bunun için yoksulluğa, gelir dağılımındaki adaletsizliğe, sosyal devlete vs. özel bir vurgu yapıyorlar. 

Ekonomik kriz bu partilerin söylemini kaçınılmaz olarak derinleşen yoksulluk üzerine oturttu ama ortada ekonomiyi fabrika ayarlarına döndürmek ve “piyasa rasyonalitesi”ni yeniden inşa etmek iddiası dışında herhangi bir plan, program var mı peki? 

“Demokratikleşme beraberinde yatırımı da getirir” yönündeki kanaatle sosyal devlet adına atılacak birkaç adım dışında, “düzen değişikliği”ni geçtim, düzenin kendi sınırları içerisinde dahi radikal bir değişimden, dönüşümden söz edilebiliyor mu? 

Bu soruların yanıtı net bir şekilde hayır. “Çin modeli” diye kodlanan köleci emek rejimi üzerine kurulu birikim modelini herkes eleştiriyormuş gibi yapıyor ama kimse o modelin ilhamını aldığı ve 12 Eylül’den beri yürürlükte olan ihracata dayalı birikim modelini, sermaye akımları üzerindeki denetimsizliği, dalgalı kuru ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı diye ambalajlanan şeyi, yani neoliberal politikaları hiçbir şekilde sorgulamadığı gibi, bilakis bunları topluma bir kez daha ekonomik kurtuluş reçetesi olarak sunuyor. 

Sadece bu mu peki?  Değil elbette. Bu partilerden herhangi bir şekilde iktidarın “Çin modeli”nin ideolojik altyapısı olarak gördüğü dinselleşmeye, “nas var”a, “stokçuluk günahtır”a, Diyanet’in rolüne, tarikat ve cemaatlere yönelik ciddi bir eleştiri duyabiliyor muyuz, bu partilerin dinsel inançların istismarının önlenmesi için siyasal alanın dışına taşınmasına dair bir açıklaması, laikliği sahiplenmek gibi bir derdi var mı? 

Hayır bu da yok. Dolayısıyla AKP iktidarının piyasacılığıyla da dinselleşme politikalarıyla da cepheden bir yüzleşme girişiminden söz etmemiz mümkün görünmüyor. 

Bunlar olmamasına rağmen, AKP-sonrası dönemin muteber aydını olma rolüne soyunanlar, Kılıçdaroğlu’nun “sosyal demokratım” açıklamasından bile işkilleniyor, sanki ortada radikal bir yol haritası varmışçasına “maksimalist” değil, “minimalist” bir tutum izlenmesini öneriyorlar. 

Böyle yapmak zorundalar; çünkü parçası oldukları restorasyon projesinde, sosyalistleri ya da bir sınıf hareketini geçtim, sosyal demokrasiye bile alan açılmasını istemiyor, bu restorasyonu siyaseten Akşener, ekonomik düzlemde ise Kemal Derviş-Ali Babacan hattı üzerine kurmayı hedefliyorlar. 

Peki ya iktidar? Piyasacılığın ve dinselleşmenin restorasyonu hedefi üzerine kurulu ve düzeni restore etme hedefli proje, iktidarın “serbest” seçimler yoluyla değişeceğine ve sandığa indirgenmiş stratejisinin başarılı olacağına inanmaya devam edip toplumsal muhalefeti sokaktan uzak tutmak için her şeyi yaparken iktidar ne yapıyor? 

İktidar bir yandan “Çin modeli” üzerinden ekonomide çok büyük ve tutması imkansıza yakın bir kumar oynarken öte yandan ise buna uygun bir siyasal rejimin taşlarını da döşemeye devam ediyor. Son MGK toplantısında bu modelin bir ulusal güvenlik sorunu olarak ortaya konulması da, Soylu’nun bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada “geliyor gelmekte olan” demesi de, Cumhurbaşkanı’nın çok yakınındaki isimlerden birinin OHAL ilanı olasılığını gündeme getirmesi ve bunun üzerinden toplumun nabzının ölçülmesi de boşuna değil. 

Türkiye zamanın son derece hızlandığı ve hafta hafta bile değil adeta gün gün büyük değişimlerin ve kırılmaların gözlemlenebildiği bir konjonktüre girdi. Önümüzdeki birkaç ay içerisinde yaşanacaklar, bir yandan Türkiye’nin nereye doğru gideceğinin ipuçlarını verecek, bir yandan da solun Türkiye siyaset sahnesinde nasıl yer alabileceğini, önündeki fırsatları, yapabileceklerini ve yapamayacaklarını gösterecek. 

“Bu düzen değişmeli” sözünün arkasında durmayı başaran, emek-sermaye çelişkisinin asıl çelişki olduğu konusunda ısrarcı, patronlarla aynı gemiye binmeyi reddeden, sahici bir düzen değişikliği iddiasına sahip olan ve bunu toplumla buluşturabilen bir siyaset, Türkiye’nin geleceğindeki yerini alacak. Aksi durumda aktörleri değişse de düzen yoluna devam edecek.