Kapitalizmin çok kaba görünen yeraltı dünyası ile pek inceltilmiş izlenimi verilen yerüstü mekanizmaları hep iç içe, ama kimi zaman barış içinde kimi zaman öldüresiye döğüş halindedir.

Sorularla dolu bir yazı

Yer yer kaçış amaçlı olduğu düşünülebilir bu soruların. Öyle olmadığını anlatmak bakımından, bir iki giriş notu yararlı olacak.

Bir kez, soruların çokluğu her zaman kaçışı göstermez. Yeterince düşünülmemiş, sık sık yalan yanlış kullanıldığı için can sıkıcı olan deyişle söylersek, üzerinde yeterince çalışılmamış açıklamalardan kaçınmanın sonucu da olabilir. Ayrıca, pek açık yanıtları da soru biçiminde dillendirmek mümkündür. Örnek olsun, burada, evet ya da hayır biçiminde yanıtlanabilecek soruların tümünün evet diye yanıtlanabileceğini hemen, daha en baştan belirtmekte sakınca yok. Neden, nasıl, ne zaman türü soruların ise yanıtları üzerinde çalışmak gerekiyor, en azından biraz daha.

***

Merak uyandırıcı mı okumaktan caydırıcı mı olduğunu kestiremediğim böyle bir girişin ardından, yazık ki yaşamakta olduğumuz kapitalizm adındaki bu kahredici ve kahrolası düzenin en son açığa çıkan görünümünden söz edeceğim. En son açığa çıkan, ama en tiksindiricisi olduğu kuşkulu görünümünden. 

Buna yol açan etkenlerden biri coğrafyadır denebilir mi? Bu sorunun akla getirdiklerinden ikisi üzerinde durarak başlayalım.

Bizim Osman Çutsay’ın epeydir sözünü ettiği modern kavimler göçü, tarihte yüzyıllar öncesinin bir olgusudur, kavimler en doğudan başlayarak batıya doğru hareketlenmişler ve önlerine gelen her şeyi sürükleyerek büyük dönüşümlere yol açmışlardı. Osman bunun çağdaş görünümü üzerine birçok yazı yazdı, göndermelerde bulundu. Onları bulup bazı alıntılardan yola çıkmak niyetiyle hızlı bir tarama yaptım. Fazla hızlı yaptığımdan, bir de yeterince vakit ayırmadığımdan olmalı, başaramadım. Belirtmiş oluyorum. Okumuş olanlar hatırlayacaklardır.

Çağdaş ya da güncel kavimler göçünün, emperyalist yayılmacılığın ve onun yeni buluşu vekalet savaşlarının etkisiyle ortaya çıktığı ileri sürülemez mi? O etkiyle çaresiz, sefil yığınların aralarına karışmış açıkgöz, uyanık, kulağı kesik türü deyişlerle nitelenebilecek ve yaşama savaşı ile macerayı isteyerek ya da istemeyerek birleştirmiş karmakarışık kalabalıklarla birlikte emperyalist merkezlere doğru ürkütücü sürüklenişlerinin, üzerinden geçmek zorunda oldukları bizim topraklarımızı nasıl etkilediklerini görmüyor muyuz? Bu selin nasıl olduğunu tam bir açıklıkla bilemediğimiz tortular, kalıcı birikintiler bırakarak hâlâ sürmesi, şimdi ve gelecekte birçok pisliğe yataklık etmez mi? 

Öte yandan, görece yeni sayılabilecek ve üzerimizden geçen, geçerken de kalıntılar bırakan bu baskın biçimindeki nüfus hareketliliği bir yana, bizim coğrafyamız uyuşturucu da içinde olmak üzere birçok sözde “yasa dışı” malın üretim ve ticaretinin orta yerinde değil miydi zaten? Sözde yasa dışı diyorum; çünkü, bu ticaretin doğu ve güney sınırlarımızda hayatın doğal akışının içinde yer aldığı herkesin bildiği bir sır ve gerektiğinde halka karşı kullanılan bir bahane olmamış mıdır?

Bilinen deyişle ülkemizin kaderi durumundaki bu coğrafya, haydi bu kez de bu yarı resmi terimi kullanalım, yeraltı dünyasının yatağı işlevini görmeye devam edecektir demek, aşırı kötümserlik sayılabilir mi?

***

Coğrafyanın yanına bir de kültürel etken eklenebilir. Kültürel özellikleri ağır basan bir etkenin kullanılması ya da, daha uygun bir anlatımla, sömürülmesi…

Eşkıyalık geleneği denebilecek bir olgudan söz ediyorum. Devlete, onun başı, yüce yaratıcıdan aldığı güçle hükmedeni konumundaki padişahımız ya da kralımız efendimiz hazretlerine karşı çıkışın kanlı canlı simgesi durumundaki eşkıyalık toptan lanetlenir. Genellikle böyledir. Oysa, ezilen halkın intikamını almakla kalmayıp onların çeşitli biçimlerde yardımlarına koşan bir başkaldırının cisimlenişi olan yanıyla, sadece bizde değil birçok coğrafyada da iyilikle anılmıştır. Halk kültürünün yanı sıra modern sanat ürünlerinde de hem olumlayıcı hem olumsuzlayıcı örneklere rastlanır. 

Edebiyatımızda bir yanda Yaşar Kemal’in 1955’te yayımlanmış İnce Memed bir yanda Kemal Tahir’in 1957’de yayımlanmış Rahmet Yolları Kesti adlı romanlarını, eşkıyalığa iki karşıt bakışın ürünleri saymak yanlış olmaz. Tanınmış batılı Marksist tarihçi Hobsbawm’ın  “toplumsal eşkıyalık” kavramını ortaya atışının Yaşar Kemal’in romanından 14-15 yıl sonra olduğu hatırlanmalıdır. Öte yandan, Hikmet Kıvılcımlı’nın eşkıyaları bir tür ilkel devrimciler olarak ele alan çalışmalarının 1930’lara rastladığı göz önüne alınır ve anarşist düşünür Bakunin sayılmazsa, Doktor’un eşkıyalığa olumlu denebilecek bir bakışı sergilemiş ilk düşünür olduğu öne sürülebilir. Öte yandan, Behice Boran’ın Batı Anadolu’da  eşkıyalarla köylüler arasında yaşanmış bir savaştan yola çıkarak daha farklı bir görüşü savunduğu da biliniyor.

Sözün kısası, günümüzün kapitalizmle bütünleşmiş yeraltı dünyasının figürlerinin bir kültürel etken olarak eşkıyalıktan, bile isteye ya da farkında olmadan, yararlanması doğaldır. 

***

Kapitalizmin çok kaba görünen yeraltı dünyası ile pek inceltilmiş izlenimi verilen yerüstü mekanizmaları hep iç içe, ama kimi zaman barış içinde kimi zaman öldüresiye döğüş halindedir.

Bunu yazacak ve birtakım destekleyici kanıtlarla devam edecektim. Niyetim öyleydi. Ama Fatih Yaşlı birkaç haftadır konuyla ilgili aydınlatıcı yazılarını sürdürürken, Serdal Bahçe 11 Haziran günü o “çökme” yazısını yazdı. Bir de iki gün önce Fatih’in son yazısı çıkınca, “Eh,” dedim, “artık uzun uzun yazmaya gerek kalmadı, hatta hiç yazmasam da olur.” 

Hele Serdal’ın  pek çok toplumsal-iktisadi çözümlemeyi iki cümlede toparlayan şu satırlarını okuduktan sonra bu kanım iyice pekişti: “Artık yatırım kavramını ülkemizin kapitalistlerinin ve siyasetçilerinin lügatinden çıkarmak gerekiyor. Yerine ‘çökmek’ fiilini kullanmalıyız.”

Yine de yazmadan edemedim. Tekrardan zarar gelmez çünkü; zarar bir yana, yararı çoktur. Dolayısıyla, tekrara birkaç satır daha devam edebiliriz.

Kapitalizm kendi tarih öncesinin, Marx’ın anlatımıyla, “insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmış” olduğunu ne unutmuş ne de gündeminden düşürmüştür; şu basit nedenle ki, her ikisi de intihar etmesi anlamına gelir. Yaşadığımız günlerde soluk alıp verdiğimiz her yere yayılan tiksinç kokular, yaratıcıları dışında, herkes için dayanılmaz hale geldi; ama kaynağın nerede olduğunu anlatmak hâlâ epeyce uğraşmayı gerektiriyor. Ne kadar yazık! 

***

Yazı bitti bitmesine de bir itirafta bulunmazsam olmaz: İnsanın çocuklarından ve çocukları yaşındakilerden öğrenmesinin tadına doyulmuyor.