'Adaletsizliğin aşılmaz uçurumlar yarattığı bu karanlığı dağıtmadan hangi haktan söz edilebilir ki!'

Sorular ve gerçekler

TKP muhalefet partilerine geçen hafta sorular yöneltti: Bağımsız bir ülke istiyor musunuz? Laiklikten yana mısınız? Sömürüye karşı mısınız? İnsan haklarından ne anlıyorsunuz?

İlk bakışta sanırsınız ki, bu soruların yanıtları açık; herhangi birinin kaçamayacağı kadar açık… Bağımsızlık ve laiklikten yana olmadığını kim söyleyebilir? Kim sömürüyü savunabilir? Ya insan hakları; zaten her insan eşit doğmaz mı…

O kadar basit değil. 

Örneğin bağımsızlık dediğinizde düzen partileri bu açık yanıt tuzağına düşmezler. Dünya küçülmüş, bütün ülkeler birbirleriyle iç içe girmiştir. Karşılıklı bağımlılık diye bir olgu varken; yoksa “bağımsızlık” diye Türkiye’yi kendi içine kapatmak mı istiyoruz? Bu yaygarayla ülkemizde çok zaman emperyalizme bağımlılığın üstü örtüldü. Son büyük dalga AKP iktidarının ilk yıllarında her şeyi önüne katıp geçen Avrupa Birliği kampanyaları olmuştu. AB’de isteyen kâr patlaması, isteyen çağdaş tüketim malları, isteyen kültür sanat, isteyen bilim, isteyen demokrasi bulabilirdi. O sıralar bağımsızlık az alay konusu edilmedi! 

Yıllar geçti ve bu argümanların hepsinin palavra olduğu çoktan görüldü, ama bir de şu var ki, bağımsızlık, eğer ülkenize ilişkin kararların başka yerlerde değil de burada, Türkiye’de alınabilmesi ise, bu aynı zamanda işçi ve emekçilerin varlıklarını, siyasi ağırlıklarını hissettirebilmelerinin ön koşuludur. Karar ehliyeti iptal edilmiş bir ülkede emekçi iktidarı seçeneği de gömülüp gidecektir. Bu nedenle düzen güçlerinin dünya ile arzuladıkları entegrasyon soldan garantili kaçış anlamına da gelir. Lakin egemenler için ne çare ki, tarih bu koşullara mahkûm edilen ülkelerde işçi sınıfının bağımsızlık mücadelesinin başını çekmesine de defalarca sahne olmuştur. Bu yüzden, hele bir Kurtuluş Savaşı'yla kurulmuş olan Türkiye’de en işbirlikçi siyasi iktidarlar bile sık sık “bağımsızlıkçıyı” oynama ihtiyacı duyar. AKP bunu bir tür emperyalist taklidi yapmak biçiminde geliştirmiş bulunuyor. 

Laiklik ise ilkinden farklı olarak unutturulmasında bayağı uzlaşılan bir ilke. Anayasa’dan çıkartılamıyorsa da laikliğin aşağı yukarı dinsizlik olduğu siyasette genel kabul haline geliyor. Dindarların özgürlüğü adına laikliğin tepelenmesini onaylayan bir ortak ideoloji yayıldı memleket sathına. Yarın öbür gün şu değiştirilemezlik ilkesi delinse ve laiklik masaya gelse, her boydan, iktidardan ve muhalefetten düzen partilerinin reddiyede uzlaşmaları şaşırtıcı olmayacaktır. Oysa laiklik yalnızca ülkeyi bir arada tutacak çimento malzemelerinin başında gelmekle kalmıyor. Laiklik işçi ve emekçilerin kaderlerinin bu dünyada belirlenebileceği tezi olmasıyla, her tür hak mücadelesinin de başlangıç noktasıdır. Düzen partilerinin bu alanı terk etmesi ise aslında siyasetin halk kitlelerine ne denli yabancılaştığını gösterir. Yani sorunun düzen içi muhatapları bağımsızlıktan da laiklikten de kaçmak istemelerine karşın, aslında memleketin gerçekliğinden kopmuş oluyorlar.

Peki ya sömürü? İçinde bulunduğumuz dönemde düzen siyaseti bu konuda yüzsüzlüğü tamamen eline aldı. Bir zamanlar sağcı gazetelerin bile ekonomi sayfalarında emek sorunları işlenmek durumundayken, sonraları işçiler siyasetten, toplumsal yaşamdan, kentlerin merkezinden adım adım kovulur oldular. Örgütsüzleştirmenin ve yoka saymanın üstüne iki şey daha bindi. Biri, ülkenin kurtuluşunu ve “durumun düzelmesi” umudunu emperyalistlerden bekleyen bir çaresizlik. İkincisi de, umudun öteki dünyaya kaydırılması... Düzenin bağımsızlıktan ve laiklikten kopuşu sömürünün görülmemiş boyutlara çıkmasını da bütünlüyordu.

Bu koşullarda insanların eşit doğduğu, eşit haklara sahip olduğu fikri, insan hakkı anlatımının giriş cümlesi olmaktan çıkar ve görülmemiş bir yalana, alçakça sömürünün üstüne atılmış bir örtüye dönüşür. Adaletsizliğin aşılmaz uçurumlar yarattığı bu karanlığı dağıtmadan hangi haktan söz edilebilir ki!

Yanıtlanması gereken sorularla tartışılması gerekenler bunlardır ve Türkiye üstüne yığılı çamur tabakasından bunların etrafından dolanarak arınamaz. 

O kadar ki, yanıtlar gerçekçilik, uygulanabilirlik açısından karşılaştırıldığında asgariyle, mümkün olanla, ehveni şerle yetinmenin makul karşılandığı günler artık geride kalmaktadır. Denemesi bedava. Bağımsızlığı hedeflemeksizin, laikliği ayağa kaldırmaksızın, sömürüye son vermeye cüret etmeksizin, insan hakkının tam da bunlardan geçtiğini görmeksizin Türkiye’yi bugünkü karanlıktan çıkartmayı denesin bakalım, düzen muhalefeti! Geniş kitlelerin aydınlık dendiğinde bundan çok daha radikal bir içeriği anlaması ve düzen muhalefetinin payanda olacağı duvarları yıkmaya yönelmesi giderek daha gerçekçi bir olasılık olacağa benzer…