Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir.
İki hafta önce solda strateji tartışmasına başlamış, 1960’lara değinmiştim. Diğeri, yani 1980’ler-90’lar, solda çoğunluğun karnından konuştuğu günümüzün şifrelerini çözmek açısından kritiktir. Ama bugün 1960’lardan kalan eksikleri tamamlamayı deneyeceğim. Bir köşe yazısına sığdığı ölçüde elbette…
* * *
Önceki yazıdan bir hatırlatma: “… TİP’in deneyimli Marksist kadroları, bu farklı dinamikleri uyumlu biçimde yan yana getirebilecek ve bir strateji doğrultusunda devrimci mücadeleye yönlendirecek enerjiye sahip görünmüyorlardı.”
Peki, neden böyle oldu? Yetersiz miydiler? Beceremediler mi?
Söz konusu kadro hafife alınamaz. Esasını 1940’larda öne çıkan kuşak oluşturur. Mehmet Ali Aybar ünlenmiş, ilerici bir hukukçu ve entelektüeldir; 1950’lerde Tevkifatın dışında kalan komünistlerin önde gelenlerinden biri olacaktır. Behice Boran parlak bir Marksist akademisyendir; Parti 1950’deki barış örgütlenmesi açılımında sorumluluğu ona verir. Onlardan daha genç olan Sadun Aren 35 yaşında iktisat profesörü olmuş bir Marksist olarak genç devrimcilerce “hoca” olarak benimsenecektir. Nihat Sargın TKP’nin 1940’larda gençlik çalışmasının sorumlularındandır; TİP’in genel sekreterliğini üstlenir… Ve daha birçokları.
Özetle ileri işçilerin kurduğu Birinci TİP, 1940’larda Reşat Fuat Baraner’in liderliğinde hareketlenen TKP’nin tezgâhından veya etki alanından yetişen devrimci aydınların ellerinin, onların çağrısına kapılıp Marksizme ve Partiye koşan başkalarının omuzları üstünde yükseldi.
Açıkçası 1960’larda, “sola yönelen toplumsal hareketleri yönlendirme ehliyetine kim sahip” diye sorulsa, “Tarih” karşımıza aşağı yukarı bu kadroyu çıkarırdı. Ama olmadı…
Yapamamalarının nedeni daha sonra Mahir Çayan’ın acımasız ama anlaşılır bir sertlikle, oportünizm, pasifizm, parlamentarizm diye saydırdığı “mahkumiyet kararında” yazılanlar değildir. TİP liderliğinin dışladığı devrimci gençler, tasfiyecileri hakkında “partili kimlikten devrimcilik değil bürokratlık çıkacağı” yolunda bir yargı salgılamışlardır.
Örneğin MDD’cilerin “Devrimci TİP” sloganı hiç somutlanmamıştır. Gençlikten türeyen siyasi yapılar arasında parti formuna en fazla Maocular yaklaşacaktı. Çoğunluk partici değil “cepheci” oldu ve sonradan kendi tarihlerini “hareket geleneği” olarak adlandırdılar. TİP’e yönelik en dinamik eleştiri, Parti’yi, elbette Sovyetler’e de bakarak “bürokratik bir mekanizma” olarak algılamıştır... Saygı duyulan “Lenin’in devrimci partisi” diye bir şey vardı elbette, ama Türkiye’nin devrimci demokrat gençliği bunu sanki fetiş haline getirdi. Parti kurmak yerine partileşme süreci yaşamaktı önemli olan!
Bütün bunlar TİP’in “yapamamış olmasını” açıklayamadı.
Sonraları Birinci TİP’in en zayıf olduğu yanı üstünden başka bir efsane üretildi. Buna göre TİP solun birliği demekti ve birlik bozulduğu için her şey batmıştı! Madem öyle yeniden birlik olunmalıydı… Oysa Birinci TİP, sadece başarılı olduğu, oylarını arttırdığı sürece devam edebilecek bir koalisyondu. “Birlik” olarak ise pek kırılgandı. Kaldı ki, “demokrasiyi genişletme ve emperyalizmi geriletme” hedefiyle kendini tanımlayan bir Partinin bütün ilerici güçleri “oldukları gibi” kapsamak istemesi, kimseyi biçimlendirmeye kalkışmaması, yani kırılgan bir koalisyon olarak yaşaması da gayet normaldi…
Yeri gelmişken; on yıllarca birlik, birlik diyenlerin çok büyük çoğunluğu öyle bir partinin oluşabileceğine inanmadılar. Sloganın gizlediği asıl hedef, “en birlikçi” görünmenin sağlayacağı göreli üstünlüktü!
Birlik, bir de, farklı vektörlerin ortalamasının alınması, yani ileri olanın geri çekilmesi demekti. Giderek bütün geri tezlerin kostümü birlik kumaşından dikilir oldu!
Sorumuzun yanıtına gelebiliriz artık: Bir işçi sınıfı partisinin ihtiyaç duyduğu enerji kaynağı ancak siyasi iktidar mücadelesi olabilir.
Bunu toy, maceracı veya kendi sağındaki güçlere tutunmaya varan bir “iktidar hevesinden” ayırt eden sosyalist iktidar perspektifidir. 1960’lar Türkiye’si bir devrimci kriz yaşamıyordu, ama geçen yazıda değindiğimiz dinamikler de demokrasinin genişletilmesi başlığına sığmıyordu. TİP liderliğinin hafife alınmaması gereken deneyim ve birikiminin, yükselen toplumsal dinamikleri bir mücadele programına bağlı olarak yapılandırmaya yetmemesinin nedeni burada gizlidir. İşçilerden gençlere, aydınlardan Kürt halkına, Alevilerden köylülere kadar bütün ülke köklü bir dönüşümü aramakta, ama TİP yönetimi adım adım, mümkün olduğunca az risk alarak ilerlemek istemektedir.
Türkiye’nin kanunu veya Birinci TİP’in dersidir bu; bu ülkede toplumsal mücadeleleri sağlıklı yönlendirmenin koşulu sosyalist iktidarı hedeflemektir.
Çünkü kapitalizmin düzeltilmesi, demokratikleştirilmesi burada gerçekçi değildir. Çünkü mümkün olan en geniş kesimleri kapsayan ortalamacılık veya “asgari müşterek” heyecan ve enerji üretmeye yetmez. Çünkü Türkiye başka yanları güdük, siyaset kurumu çok gelişkin bir toplumsal nesnelliğe sahiptir ve siyasetin özü iktidar mücadelesidir… O günden bu yana solun demokratikleşme programlarının hep fos çıkması rastlantı değil, ders tekrarıdır. İsterseniz şöyle diyelim, bizde reformizmden reform da çıkmaz. Reform için bile devrimcilik şarttır.
* * *
Birinci TİP’de bu düğüm çözüldüğünde iş işten geçmişti. Sosyalist Devrim tezi ve programı önce MDD’cilere, sonra Aybarcılara karşı ağırlık kazandı. Ama “SD’ci TİP” artık 1963-1967’ye daraltabileceğimiz altın yıllarında değildi.
Güçlenmiyor, patinaj yapıyordu.
Elbette sosyalizm davası sürekli ileri gitmez. Geçici, hafif veya ağır yenilgilerden bağışık bir tarih olamaz. Ama zorlukların göğüslenebilmesi için işçi sınıfı partilerinde bir kritik faktör daha hesaba katılmalıdır: Merkezi kadrolaşma. İçinde ideolojik netlik, dönemsel ve kolektif özgün bir misyon; isterseniz bütün bunları içeren geniş anlamıyla “ekip ruhu.” Ama tarihsel bir ekip ruhu…
“Merkezi kadrolaşma” bizim cenahta siyasetin genelinde olduğundan defalarca daha fazla önemlidir. Kabaca, burjuva siyaseti olağan süreçlerde iktidardaki mülk sahibi sınıfların çeşitliliğini, farklılıklarını yansıtma platformudur. İşçi sınıfı siyaseti ise, emekçileri pusulasız bırakacak çeşitlilikleri, farklılıkları, eşitsizlikleri kontrol altına alma, enerjiyi hedefe odaklama etkinliğidir.
Bir komünist parti önce perspektif ve programıyla kimliğini oluşturur. Bu unsuru, arada neredeyse hiç mesafe bırakmadan takip etmesi gereken faktör de merkezi kadrolaşmadır. Merkezi kadrolaşma canlı bir organizmada süreklilik taşıması gereken bir dinamiktir.
Birinci TİP iktidar perspektifi/sosyalist devrim programı düğümünü çözdüğünde, parti üyeleri çoktan dağılmaya başlamışlardı. Parti artık sayısız irili ufaklı hizbin doluştuğu bir karmaşaydı. Üye çoğunluğu için TİP “asıl parti” değil geçici bir uğraktı. Kimileri aslını, “komünist partiyi” arıyordu. Birileri yeni parti kurmak için kafa kafaya vermişti bile. Parti olarak değil, öbekler halinde, işçi havzalarında kendilerince örgütlenmeye uğraşıyorlar, kendi yayınlarını çıkarıyorlardı. Bir dinamik olarak merkezi kadrolaşma sekteye uğramıştı, parti merkezi hiziplerden birine dönüşmüştü.
1975’de kurulan İkinci TİP, deyim uygun sayılırsa, işte birkaç yıl öncenin merkez hizbidir. Sosyalist devrimci bir siyaset deneyimi olarak büyük öneme sahiptir. Ama 1970 dönemecindeki arayışlara yanıt üretebilme, kabarmaya devam eden toplumsal mücadelelerin öncülüğünü örgütleme şansına hiç sahip olamamıştır. En değerli özelliğine, yani SD’ciliğine yakışmayan bir biçimde 1977 seçim sonuçlarıyla bu deneyimin son perdesine geçilecektir. Devrimci bir parti elbette seçimde de başarı arar. Ama seçim başarısızlığı nasıl olur da, devrimcilerin kaderine el koyabilir!
* * *
Programın “o kadar da önemli olmadığı” Türkiye solunda strateji tartışmalarının kurumasında bir dönemeç oluşturdu. Birinci TİP’in sosyalist devrimci üyelerinin büyük çoğunluğu 12 Mart çıkışında MDD-SD kavgasına sırtlarını dönmüşlerdi bile. DHD, İDD, UDD, UDHD…
Bir işçi sınıfı partisi olarak kendini yeniden kuran ve gerçekten “Atılım’a” kalkan TKP’nin programı İleri Demokrasi formülüyle TİP deneyiminin gerisine çekiliyordu! MDD hareketi sol darbe projelerinin çökmesiyle tükenmişti, ama demokratik devrimcilik solun –İkinci TİP hariç- tamamına yayıldı!
Bütün bunlar doktrin düzeyinde yani kitaba uygunluk üstünden tartışılmaya devam edildi elbette. Ama yaygınlaşan kanıya göre, bir yerden sonra ülke devrime doğru gidiyorsa, bütün bunların ne önemi vardı! CHP’yi oligarşiye veya küçük burjuvaziye bağlayabilir, milli burjuvaziyi ister orada ister dincilerde arayabilirdiniz. Bileşiminde “demokratik” sözcüğü asla eksik olmayan programların arasındaki ayrımlar pek az militana ilginç geliyordu. Eninde sonunda sol, nereden gelirse gelsin demokrasiyi alkışlamayacak mıydı?
Programı önemsizleştiren bakış giderek egemen hale geldi ve strateji tartışmaları da yalan oldu. Ulaşılan kitlelerin kalabalığı bu ayıbı kolaylıkla örtüyordu!
* * *
Lakin o sırada karşı cephede tarihsel bir strateji tartışması bağlanıyordu. 12 Mart çıkışındaki sosyal-demokrasi esintisi, yerini Milliyetçi Cephe’ye bıraktı. 1977 itibariyle Türkiye büyük sermayesi, egemen güçleri, emperyalist merkezler karşıdevrime karar vermiş görünüyorlardı. Kanlı 1 Mayıs’ta aslında Türkiye’nin bir iç savaş kaosunda faşist darbeye götürüleceği ilan edildi.
Stratejisiz veya stratejisi demokrasiyi genişletmeye indirgenen sol, bir yandan kitleselleşmeye devam ederken, diğer yandan marjinalleşecekti. “Altın yıllarında” toplumun vicdanının ve geleceğinin, aydınlanmanın, ülkenin bağımsızlığının, emekçilerin hak arayışının… temsilini üstlenen solculuk, “huzur bozucu” taraflardan biri olarak algılanmaya başlanmıştı. Sol, iktidarda olacağı, toplumu yeniden biçimlendireceği bir gelecek vaat etmiyorsa sonuç başka türlü olabilir miydi?
Ders tekrarı: İktidarı istemeyen reform bile elde edemez. En azından Türkiye’de böyledir!
Düzen ne yapacağına karar vermişti. Sol ise demokrasiyi genişletmenin ötesine geçemedi. Bu karşı karşıya gelişte hangi sınıfın üstün olduğu açıktı. Strateji tartışması esasen bununla ilgilidir. Sanıldığı gibi sol içi değil sınıflar arası bir konudur…
Sonra; büyük yenilgi. Üstelik iki aşamalı. 1980: Türkiye’de darbe. 1985: SBKP’de sonun başlangıcı.
Bu koşullarda solun yeniden kurulması gerekiyordu. Yeniden kuruluş ise stratejisiz olamazdı. 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’lar bu açıdan hiç de verimsiz geçmiş sayılmaz…