Madem Türkiye sağın dibinden sola doğru dönecek, yurtseverliğe, laikliğe, kamuculuğa doğru kulaç atalım. 

Sola oy vermek

Birkaç yıl önce sağcı bir kanalda sağ-sol kavramlarının tartışılacağı bir programa çağrılmıştım. Muhtemelen bileşimin AKP’lilerden ibaret olmasına gönülleri razı gelmemiş, bir diğer konuşmacı olan Ömer Laçiner’i de sol diye yutturmak uymamıştı. O akşam Türk ve Müslümanların gömleğe, cekete önce sağ kollarını soktukları türünden çarpıcı tezleri duyunca memlekette kafaların ne kadar karışık olduğunu bir kez daha idrak etmiştim! Yanlış anlamayın, AKP’nin sadece tarikatçısı değil akademisyeni, edebiyatçısı, şusu busu hep toplanmıştı. Solculuk solaklık gibi bir şeydi onlar için.

Oysa biz kendimizi bildik bileli, ta Mustafa Suphi’den beri solun tanımını yapmışız. Üstelik o tanım doğrultusunda hareket etmişiz. Halkımızın “anlamadığından” dem vururlar; asılsızdır. Tanım gayet sadedir. 

Türkiye’de sol “amele ve rençperleri”, işçi sınıfını, emekçi halkı temsil eder. Bu yığınların çıkarlarının, taleplerinin savunucusudur. Kamuculuk diyebiliriz. 

Laiklik anlamında ilerici olagelmişiz. Nasıl olmayalım, dinciler memleketin ilerlemesine, yurttaşlık kavramına, halkın örgütlenmesine, eğitime hep itiraz etmişler. 

Ve doğuştan yurtsever olmuş solumuz. Emperyalizmin üstüne çizik atmakta karar kıldığı ülkemizi var etmek için siyaset sahnesine çıkmışız. Aslında daha önceleri de varmışız sol olarak elbette. Ama emperyalist işgal ve buna karşı direniş, İmparatorluğun çöküşü sırasında kalkan tozu yere indirmiş, görüntüyü netleştirmiş…

1920’de böyle. 1940’ta böyle. Nâzım böyle, Behice Hanım böyle, Aybar böyle, Laz İsmail böyle, Aziz Nesin böyle. DİSK Türk-İş’ten kopuşunu “bunlar Amerikancı” öfkesine oturtmuş. 68 gençliğimiz 6.Filo’ya namaza duran yobazlarla karşı karşıya gelerek koşmuş toprak işgallerine, fabrika grevlerine, işçi yürüyüşlerine. Deniz böyle, Mahir böyle…

Kamuculuk, yurtseverlik ve laiklik… Bunlar solu bu topraklara o kadar güçlü biçimde bağlıyor ki, egemenler uyandılar, tek tek “kırmak ilen” tükenmeyeceğimize. Köklerimize yabancılaştırmaya dönük incelikli operasyonlar sahnelenmeliydi. 

Tarikatlara sivil toplum kuruluşu dendi. Şeriatçıdan müttefik hatta demokrasi havarisi imal edildi. 

Ama canım, kamunun ekonomiye müdahalesi de pek verimsiz oluyordu. Robotlar geliyor, bilimsel teknolojik devrim yükseliyordu. İşçiler eskisi gibi değildi artık. Solda buna “değişim” dendi.

Bu içe kapalılık da neydi böyle? Küreselleşen dünyada her ülke karşılıklı bağımlı olmuşken emperyalizm diye tutturmak eskimemiş miydi!

Dönüp dolaşıp bu iddialara geliyoruz. 1940’larda huruç harekâtını püskürten Sovyetler Birliği’nin 90’larda çözülmesi yetmiyor, sosyalist deneyimler hakkında ileri geri konuşmak solculuk işareti sayılıyor. Zengin ailelerden gelen eski komünistler “sınıflarına ihanet eder”, işçi sınıfıyla nefes alıp verirlerdi; şimdi solcunun zenginlerle ahbaplık kurması arzulanıyor. 

Meraklısı zaten görmüştür; şu son günlerde bu başlıklarda yeni yeni örneklerin ortaya dökülmesi rastlantı olabilir mi? Sadece ikisi: 

Genco Erkal 12 Eylülcü Vehbi Koç’un adına konmuş ödülü oynaya oynaya alırken, isteniyor ki, solcu sanılsın:

Ahmet Ümit tek adam rejimini eleştirecek, kafası Sovyetler Birliği’ne gidiyor, basıyor hakareti:

 Aslında o TV programında solculukla solaklığı karıştıranlara salak demem gerekirdi. Polemik isteksizliğinden dememişimdir. Az önce soldan saydığım örneklerle tartışmaya da bir o kadar isteksizim doğrusu. Ümit, Sovyetler’de parti okulu nostaljisi yapar dururdu. Tek adam rejimi örneği Sovyetlermiş! Ayıp. Erkal, benim çocukluğumdan beri sömürüyü anlatır sahnede. Burjuvazi hakkında bilmediği bir şey olabilir mi! Ne anlatalım bunlara? 

Bu isimler ve benzerleri, ne üzücüdür ki, bugün solun derin ve sağlam köklerine asit dökme memuru olmuşlar. Ama fazla heyecana yer yok. Bizim ve halkımızın bildiği solculuk tanımını iğdiş etmek için, 2023 Baharı hiç de uygun bir ortam sunmuyor. Kimse elektrik ödeyemeyenlere özel girişimciliği, uygar kapitalistleri yutturamaz. Bugün çökmekte olan sosyalizm değil, çadır ve kan pazarlamacısı kapitalizm. Emperyalizmin günahlarını temize çekecek bir “barış süreci” falan da yok; Cengiz Çandar var onun yerine!

***

Yarın seçim var. Türkiye, 20 küsur yıllık AKP, 40 küsur yıllık 12 Eylül döneminin ardından sola dönmek zorunda. Kim ne kadar oy alırsa alsın, bu ülkenin yüzü sola bakacak. Ama nasıl bir sola? İşte bu çok da belirgin değil. 

Bereket CHP’nin solculuk üstünde bir iddiası yok. AKP’nin Rusya’yla ilişkilerini NATO’culuk için fırsat bilen, sağlık pazarlamasında şehir hastanelerini aşmaya söz veren, emperyalistlerin fonlarını temiz para diye yutturan bir partiye ve onun adayına, genel olarak mecburiyetten oy verilecek. Kılıçdaroğlu gelsin diye’den ziyade Erdoğan gitsin diye…

Sol niyetine bakılanlarsa yukarıdaki kriterlere vurulduğunda sınıfta kalmanın ötesinde başka bir anlama geliyorlar. Türkiye’nin yüzünü döneceği solun dönüştürülmesi bir kez daha projelendirilmişe benziyor. Sol, emperyalizmle, gericilikle, yağmacı sermaye sınıfıyla barışık olsun isteniyor! 

Bu yoldan geçen başka ülkelerde, örneğin bizde kulaklarda en fazla yankı bırakan Yunanistan’ın Syriza’sıdır, “proje sol” hükümet bile olabilmiştir. Bizde böyle bir olasılık gündemde yok. Ama şu var: Madem ille dönülecek, bari belirli sınırlar dâhilinde kalınsın…

Projeci sol, egemenleri ve düzen değişikliğinden korkan kamuoyunu rahatlatmaya bakıyor. Egemenlerse ülkenin sola açılışını kontrol altına almaya.

Kuşkusuz karşımızda genişçe bir yelpaze var. Çandar ABD’ye verilen ve ABD’den alınan mesajdır. Solun Yetmez Ama Evet renklerine bürünmesi AKP’ye, büyük sermayeye pastır. Toplu görüntü düzenin çarklarına fazla çomak sokmama taahhüdüdür. 

Sola oy vermek ne demek olabilir? Bu tavır olsa olsa kamuculuğun, laikliğin, yurtseverliğin arkasında saf tutmak anlamına gelir. Orada Sosyalist Güç Birliği var, TKP var. 

***

Sola ilişkin kafa karışıklığı ne basit bir adres hatasıdır, ne de seçmen politik içeriğe ilişkin farklı tezler üstünden ikna edilmeye çalışılıyor. Temel argüman baraj, yani kırk yılın “oyunuz boşa gider” tehdidi! Kürt siyasi hareketinin barajla on yıllarca, başka partilerden aday olarak, bağımsızlarla katılarak, isim değiştirerek vb. mücadele ettiği doğrudur. Demek ki, dün dünmüş, bugün de bugünmüş. 

Söylendiğine göre, Meclise girmek her şeyden önemli olduğu için, ilkeler sırtta yük sayılıyor. Peki, Meclis’te ne yapılacaktır? 

Bu sorunun yanıtını bir gazeteci, Önder Algedik, muhalefet partilerinin geçmiş yıllarda Meclis’te ne yaptıklarına bakarak vermiş:

Malum Meclis’te kürsüyü kullandıktan sonra bir de oy kullanılıyor. Tabi oturuma katılırsan!

Muharrem İnce’nin Memleket Partisi yüzde 96, Saadet yüzde 91, İyi Parti yüzde 72, CHP yüzde 75 oranında devamsızlık göstermişler. Bunları geçelim, diyebilirsiniz.  

Peki, o halde 56 vekil ile dönemi kapatan HDP’ye bakalım. HDP milletvekilleri AKP’nin tekliflerine 1779 kez ret oyu, 1006 kez de kabul oyu kullanmışlar. Devamsızlık yüzde 80. AKP’de olumlu buldukları başlıklar arasında uluslararası anlaşmalar var. Diyanet ve nükleer enerjiyle ilgili oylamalarda çekimser kalmışlar. 

Geriye TİP kaldı. Algedik’in araştırmasına göre 902 toplam oyunun 77’sinde ret veren sosyalist vekillerin devamsızlığı yüzde 88. 

Muhalefetin ikide bir iktidara destek vermesini beş benzemezin birlikte sunulduğu “torba kanun” uygulamasıyla belki kısmen açıklayabiliriz. Bu bir faktör olsa bile, konunun halka taşınması için bir şey yapılmadığını söylersek haksızlık olur mu? 

Birinci sonuç şu oluyor: AKP iktidar, ama MHP ve BBP dışında da destekçileri olmuş. Muhalefet, kabul oyları bir yana, yüzde 77 devamsızlıkla iktidarın payandası olmuş görünüyor geçtiğimiz dönemde! 

İkinci sonuçsa şu oluyor: Sosyalistleri, komünistleri Meclis çalışmasını yeterince önemsememekle eleştirenler, solun kimliğine içkin ilkelerin barajı atlarken ayaklarına takılacağını düşünenler, Mecliste pek bir çalışma yapmamışlar!

***

Madem Türkiye sağın dibinden sola doğru dönecek, yurtseverliğe, laikliğe, kamuculuğa doğru kulaç atalım. 

Madem böyle, bir oy Erdoğan gitsin diye, bir oy TKP’ye!