İstemedikleri şey düzenin sorgulanması ve istemedikleri şey siyasetin düzen partileri bir tarafta ve düzeni değiştirmek isteyenler diğer tarafta olmak üzere gerçek bir taraflaşmaya sürüklenmesi.

‘Sol partiler neden kazanamıyor’

Gazete Oksijen, The Economist’in ta Ocak ayında ve Avrupa için yayınladığı bir makaleyi üstelik başlığını da değiştirerek neden manşetine taşımış olabilir?

“Sol partiler neden kazanamıyor”

The Economist, Marx’ın deyimiyle “finans aristokrasisinin sesi” olan bu gazete elbette hep bir misyon için var oldu ve kapaklarına hep önem gösterdi. 

Hatırlayalım… 2002’nin Aralık ayında, yani AKP’nin iktidara getirildiği seçimlerden hemen sonra, kapak manşetiyle beraber “Türkiye’nin yeri Avrupa’dır” diyen gazeteydi bu.

Sonrasında Türkiye’de Avrupa Birlikçilik saldırısının nerelere kadar uzanacağını görecektik. Türkiye solunun bir bölmesi bu saldırı karşısında iflas etmeyi bırakın, saldırının öznesi dahi olacaktı.

Oksijen ise iki sermaye organının Türkiye çeviri bürosu olarak yayın hayatına başlamıştı. Ama okuyucularına The Economist ve Financial Times makalelerinin ötesinde bir “hizmet” sunmayı kendisine bir borç bildi.

Yine hatırlanacaktır, Oksijen, birinci sayfadan verdiği "deprem fotoğraflarına edebi yazı” ile bu işi ne kadar becerebileceği konusunda şüphe uyandırmış ve kendi deyimleriyle “işin üstatları” Ayfer Tunç, Buket Uzuner, Tuna Kiremitçi, Aslı Perker, Nedim Gürsel, İsmail Güzelsoy ve Seray Şahiner’in kaleminden çıkan bir skandala imza atmıştı.

Ama yine de seçim döneminde Millet İttifakı illüzyonunun yayılmasında ve güçlendirilmesinde, en azından Türkiye’de belli sınıfsal-ideolojik duyarlılıklara sahip kesimler düşünüldüğünde bir rol üstlendi.

Şimdi bu kesimin duyarlılıkları ile oynamaya devam edecekler, başka yolları yok. Editörleri belki de “Sol partiler neden kazanamıyor?” derken Türkiye için “anlatılan senin hikayendir” demek istemiştir, bilemeyiz. Yine de Türkiye’de solun yeni dönemde nasıl işlevlenmesi gerektiği konusunda bir arzuyu dile getirdiklerine şüphemiz yok.

Öte yandan gerçekten de anlatılan bizim hikayemiz.

Çünkü zenginler kulübü dahi kaygılı. Öyleki TÜSİAD’ın kadrolu “siyaset bilimcisi” Evren Balta bile, “Türkiye'de muhalefet neyi, hangi hattı temsil ediyor?” derken muhalefet partisinin AKP iktidarına nasıl meşruiyet kazandırdığından yakınma ihtiyacı hissedebiliyor…

Hissediyor çünkü Türkiye’de düzen partilerini birbirlerinden ayıran sınırlar ortadan kaybolmuş durumda. Siyasetin böyle akmasını en başta zenginler kulübü istememiş gibi şimdi yeniden sermaye adına konuşma ihtiyacı hissediliyor.

Nedir bu ihtiyaç?

The Economist’te ve Gazete Oksijen’de anlatıldığına göre bu sol partilerin “kendilerini yeniden icat etmelerinin zamanı geldi”. 

Çünkü düzenin soldan sözcülüğünü üstlenen bu partiler inandırıcılıklarını kaybettiler. Örneğin devletin ekonomide ağırlığının hissedilmesi bahsinde yeni hiçbir şey söyleyemiyorlar. Söyledikleri her şey ve daha fazlası zaten sağ partiler tarafından da dile getiriliyor. 

Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’de de…

Burada partilerin tamamının “ANAP’laşması”nda öyle bir noktaya gelindi ki bu durum düzen açısından da sorun teşkil etmeye başlıyor. 

Ama dertleri düzenin sorgulanması falan değil. Dertleri asgari bir inandırıcılık, bir fark görüntüsü olmadığı sürece siyasetin istedikleri seyirde akmama olasılığı.

İstemedikleri şey düzenin sorgulanması ve istemedikleri şey siyasetin düzen partileri bir tarafta ve düzeni değiştirmek isteyenler diğer tarafta olmak üzere gerçek bir taraflaşmaya sürüklenmesi. Yani “muhalefet”in aradan çekilmesi… 

Yazıda bir sürü örnek veriliyor Avrupa’dan: Yunanistan’da Syriza’nın 21 Mayıs’taki seçimlerde nasıl hezimet yaşadığı, Portekiz’de Sosyalist hükümetin popüleritesinin neden düştüğü…

Yunanistan’ı, Syriza’yı çok konuştuk ve geçen günkü seçimlerden sonra yine konuşuruz. Ama Portekiz belki daha iyi olacak. Çünkü “solun neden kazanamadığı”yla ilgili hâlâ en değerli örneklerden birini sunuyor. 

Çünkü Karanfil Devrimi ve sonrasında yaşananlar, siyaset arenasının kimler eliyle ve hangi amaçlar için bulamaca dönüştürüldüğü, sınırları kimlerin silikleştirdiği ve kimlerin bunda görev aldığı konusunda hâlâ büyük bir örnek.

José Manuel dos Santos, Portekiz’deki Sosyalist Parti’nin lideri Mário Soares’in danışmanı, partinin kuruluşunun 50. yılı vesilesiyle konuşurken Karanfil Devrimi’yle birlikte yaşananları en iyi özetleyenlerden biriydi:

Santos söylüyordu: Sosyalist Parti ortaya çıkana dek, diktatörlük “bizimle komünistler arasında başka hiçbir şey yok” diyebiliyordu. Ve bu durum tersi için de geçerliydi: komünistler de “bizimle faşistler arasında başka hiçbir güç yok” diyebiliyordu.

Siyaset bu haliyle fazla “sade” bulunmuş olacaktı ki bu “fasit daire”yi kıracak bir üçüncü güce ihtiyaç duyuldu. Nitekim Sosyalist Parti devrimin dönemecinde apart topar kurulmuş, Alman sosyal demokratlarının vakıflarıyla, parasıyla, kadrolarıyla ve koordinasyonuyla siyaset arenasına taşınmıştı. 

2. Dünya Savaşı sonrasında CIA’in paravan şirketleri gibi çalışan bu vakıflar Portekiz’de, İspanya’da ve başka yerlerde komünizmle mücadelenin vazgeçilmez unsurları olmuşlardı.

90’lar itibariyle komünizm tehlikesi geçmişti ama aynı vakıflar, bu sefer Türkiye’de de, “solun kendisini yeniden icat etmesi”nin mentörlüğünü üstlenmişti.

Mesele, Alman emperyalizminin nüfuzundan ibaret değildi elbette. Asıl mesele oydu ki düzenin şekil değiştirdiği ve siyasetin yeniden tasarlandığı her dönemeçte, yeni dönemin ruhuna uygun bir iktidar ve muhalefete ihtiyaç olacaktı. Emperyalizmin yardımına 2002 AKP’sinde olduğu gibi, AKP Türkiyesi’nin muhalefetinde de ihtiyaç vardı.

Karanfil Devrimi, 1968 Fransası gibi, 1970’lerin İngilteresi gibi ve dilerseniz 70’lerin Türkiyesi gibi işçi sınıfının, gençliğin, halkın geniş kesimlerinin düzen değişikliğine yöneldiği bir dönemeçti. Düzenin bekçileriyle düzen değişikliği isteyenler arasında bir yarılma gerçekleşiyor, daha doğrusu gerçek bir kamplaşma ortaya çıkıyordu. Ve her bir örnekte bu kamplaşmayı bozan, ayrımları silikleştiren ama asgari bir farklılıkla ortaya çıkabilen bir üçüncü parti de…

Yani sormamız gereken soru “sol partiler neden kazanamıyor?” değildi. Sol partiler kazanmıştı… Çünkü sol düzeni değiştirmekle değil, parazit olmakla işlevlendirilmişti. Sol yeniden yapılanmış ve yeniden icat olmuştu.

Unutmayalım, her bir örnekte, sol siyaset ülkenin dengelerinde, ülkenin siyasetinde gerçek bir yere oturuyordu. Aslında tam da bu nedenle o gerçekliğin ne olduğunun sorgulanması gerekiyordu. 

Nihayetinde, düzen değişikliği gitti, sol bitti. Düzen devam etti, sol devam etti.

Bugünün fasit dairesini kırmak içinse belki de danışman Santos’un sözlerini Türkiye’ye taşımak ve soruya öyle yanıt vermek gerekiyordur: Diktatörlüğün “bizimle komünistler arasında başka hiçbir şey yok” diyebileceği bir saflaşmaya doğru yol almak.