'Tarihte sokağı tutmadan ve şiddet uygulamadan elde edilmiş bir kazanım ve ilerleme yok. Toplumu mülk sahipleri ve emekçiler olarak ikiye bölmektir şiddet.'

Sokağın ve şiddetin ekonomi politiği

14 Temmuz 1789’da Bastille’i bastık. Bastille, ayaktakımına monarşinin gücünü hatırlatan bir Ortaçağ kalesi-hapishanesiydi. Bastille’in bastırdığı o ayaktakımı bir gün korku duvarını yıktı, Bastille’in kapılarını kırdı, içindeki tutsakları özgür bıraktı. Tutsak dediğimiz hepitopu üç beş kişiydi ama o baskın da ayaktakımının bir güç gösteriydi. Ayaktakımının birleşmiş gücü o gün monarşinin kalelerini yıkıp, yerle bir etmişti. 

Sıra sokağın fethindeydi. Birbirlerini tanımak için yakalarına mavi-beyaz-kırmızı kurdeleler takıp öyle çıktılar sokağa. Devrim dediğimiz aslında bir sokak savaşıdır ve çok şiddetlidir. O gün Bastille’i ve sokağı fethedenler verdi devrime rengini. Mavi hürriyet, beyaz eşitlik ve kırmızı kardeşlikti bundan böyle. 

***

Devirmek yetmez, kurmak da gerekir. Ve kurmak da devirmek kadar şiddetli bir iştir. XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette giyotine kuruluşun yolunu açmak için gönderildi. Ayaktakımı cumhuriyet istiyordu ve bunun için monarşinin yoldan çekilmesi gerekiyordu. Suçları “vatana ihanet”ti çünkü artık mülkleri vatan olmuştu. Kralın mülkünü vatan yapan halkın sokağı şiddetle ele geçirmesidir. Demek ki şiddete ve sokağa borcumuz var. Cumhuriyeti ve laikliği onlara borçluyuz.

Çok şiddetli olmakla birlikte yeterli olmamıştır. Yenilenler birkaç yıl sonra silahları ve askerleriyle geldiler, devrimi çalıp iğfal ettiler. Şiddetle başlayan şiddetle sona ermiş oldu.  

Ama Fransa içten içe kaynıyordu. Ayaktakımı 1848’de bir kez daha denedi. Yeterli güçleri yoktu, hazırlıksızdılar, sokağı tutmakta zorlanıyorlardı. Sarstılar ama yıkamadılar.

Yenilenler 1871’de yeniden ayaklandı. Fransız ordusu utanç verici bir yenilgiye uğramıştı, ayaklananlar şehri kuşatan Prusya ordusunu durdurup Paris’i ele geçirdi. Sokaklar ve silahlar artık onların elindeydi. Az zamanda çok iş başardılar. Zorunlu askerliği kaldırdılar, Paris’i Parisliler koruyacaktı artık. Kilisenin mülklerine el koydular, ibadethanelerini birer devrimci karargâh haline getirdiler. Laik eğitimi tahkim ettiler. Rafa kaldırılan Fransız Cumhuriyetçi Takvimi yeniden yürürlüğe koydular. Artık Paris’te sadece kızıl bayraklar dalgalanıyordu. 1789’un yarım bıraktığını 1871 tamamlıyordu. 

Fakat ayaktakımının o onulmaz hastalığı yeniden nüksetti. Komün, Versay’a yürüyüp düşmanlarını alaşağı etmek yerine seçim yapmaya karar verdi. Böylece düşmanları güç biriktirecek zaman buldu. Fırsat o fırsat topuyla tüfeğiyle ve tabii Prusya devletinin desteğiyle isyancıların üzerine yürüdü. Şehre girdiler, önlerine kim çıktıysa parçalayıp bir kenara attılar. 1871’in sonu çok şiddetlidir.  

Şiddetsiz devrim olur mu? 1789 gibi 1917 Devrimi de çok şiddetlidir. 1923’te Cumhuriyet’i silah zoruyla kurduk. Küba’da diktatör Batista’yı bir avuç silahlı devrimcinin cüretiyle devirdik. 1968’in esintisinde bizimkiler silahlanıp daha çıktı, fakat silahları yetersiz ve şiddetleri etkisizdi, büyük bir şiddetle bastırıldılar. Devrimler de karşı devrimler de şiddetlidir.

***

Sanılanın tersine devrimlerin en şiddetlisi piyasa toplumunun kuruluşuydu. Çevirme hareketi ile köylüleri “özgürleştirdiler” ve kitleler halinde şehirlere yığdılar. Şehirlere yığılmış köylüler çalışmazlarsa aç kalıyorlardı, ölmek istemiyorlarsa ücretli çalışmaya rıza göstereceklerdi. Direndiler ve yenildiler. Piyasa toplumu örgütlenmiş şiddettir. 

Yeni egemen sınıf, kölelikten kurtulmuş ayaktakımını açlıkla terbiye etmekteydi. “Açlık en vahşi hayvanları bile ehlileştirir, en sapıklara bile ahlaklı ve uygar olmayı, itaati ve boyun eğmeyi öğretir. Genel olarak yoksulları çalışmaya itebilecek tek şey açlıktır ama yasalarımız hiç aç kalınmayacağını belirtiyorlar.” Piyasa toplumu teorisyeni Thomas Robert Malthus yeni toplumun mantığını böyle özetliyordu. Karl Polanyi’ye göre, bu yeni görüş açısından özgür bir toplumun iki ırktan oluştuğu söylenebilirdi: Mülk sahipleri ve emekçiler. İkinci ırktan olanların sayısı yiyecek miktarıyla sınırlıydı ve mülkiyet güvence altında olduğu sürece açlık onları çalışmaya zorlayacaktı.

İngiliz Sanayi Devrimi tamı tamına böyle yaptı, köylüleri topraklarından uzaklaştırdı, kitleler halinde büyük şehirlerin atölyelerine doğru göçe zorladı. Bir iş bulma şansına sahip olan özgür insanlar şanslıydı, bulamayanlar açlığın insafına terk ediliyordu.

Peki, yardım yoksa ve piyasa seni açlık tehdidiyle makinanın karşısında pasif bir rolü oynamaya zorluyorsa ne yapacaksın? Makineyi kırmak bir yoldur. Luddizm olarak biliyoruz; yaşamlarını makinenin bir parçası haline getiren yeni fabrika teknikleri karşısında öfkeye kapılmış 19. yüzyıl tekstil işçilerinin hareketidir. Tekstil işçileri, İngiltere’nin her yerindeki dokuma tezgahlarına saldırılar yakıp yıkmaya başladılar. 1811 yılında patlak veren ilk isyan ancak 2 bin 500 kişilik bir kuvvetle bastırılabildi. Bu isyanların ardından makine kırmak büyük bir suç olarak kabul edildi, 17 işçi bu kanunu ihlal ettikleri gerekçesiyle idam edildi. İngiliz şair Lord Byron “Song for the Luddites” adlı eserinde duygularını şöyle not etmişti: Dövüşerek öleceğiz ya da özgür yaşayacağız / Kral Ludd dışındaki tüm kralları devireceğiz… Çıkar yol kalmamışsa şiddetten başka çare yoktur. 

***

İşçiler makineleri kırmaya koyulduğunda Marx da düşünmeye ve yazmaya başlamıştı. Yeni hareket karşısında karışık duygular içindeydi. Sanayi burjuvazi devrimciydi, alanı düzlüyor ve modern işçi sınıfının gelişmesine yardım ediyordu. Burjuvazinin de sonu gelecekti ama hüküm belirtmek için daha erkendi. Makineleri kıran işçilerin isyanını çok önemli bulmamıştı.

Acımasız ancak bilimseldir. Makine kırıcılık, ücretli çalışmaya direnmenin diğer biçimleri, dilencilik vesaire yalnızca kaçınılmaz olanın ertelenmesine neden oluyordu. Bunlar eninde sonunda yaşanıp aşılacaktı. Bu durumda odaklanması gereken şey kapitalizmin “ilerici” rolünü bir an önce oynayıp alanı düzlemesiydi. Böylece modern proletarya ortaya çıkacak ve burjuvazinin mezarını kazmaya başlayacaktı. 

Ancak böyle olsa bile ücretli çalışmaya, makinanın uzantısı haline gelmeye tepki göstermenin şaşılacak bir yanı yoktu. Ücretli çalışma insanın doğasına aykırıdır. Her şartta direnmenin, yıkmanın veya kırmanın bir yolunu bulmak gerekir. İktidara ele geçirene kadar gösterilecek sabır, pratik olarak acıları dindirmez. Özel mülk olarak makine kötüdür. İşçinin şiddeti ise piyasa toplumunun şiddetinin bir yan etkisinden ibarettir.

***

Yalnız “kırma” işçi sınıfının buluşu değildir. Tarihte başka örnekleri var. İlk uygulamalardan birini “ikona kırıcılık” (İkonoklazma) olarak adlandırıyoruz. Bizans’ta bir dönemdir ve kırma hareketinin dinin ötesinde kültürel ve sosyal sebepleri vardır.  

İkonlar başlangıçta Tanrı ile yaşayan insanlar arasında aracılık eden tasvirler olarak görülüyordu. Ancak yoksulluk artıkça ve zulüm çoğaldıkça ikonlar birer tanrıya dönüşmeye başladı, Putperestlik yaygınlaşıyordu. İmparatorluğu din ile tahkim edenler bu gelişmeden rahatsız oldu, ikonaları kırmaya karar verdi. Esası şiddettir. 

Yalnız illa bir nesneyi kırmak şart değildir. Devrimler soyut ikonalarla da karşılaşırlar ve kırarlar. Büyük Fransız Devrimi günlük hayat üzerinde kilisenin etkisini kırmak istiyordu. Bu etki dini takvimde somutlaşmıştı. Devrimci bir takvim yapmaya karar verdiler. Yeni takvimini birinci yılı devrim ile başlıyordu ve amacı dinsel ve monarşist etkileri silmekti. Fransız Cumhuriyet Takvimi açık bir ikona kırıcılıktır. Tabii, takvimle yetinmediler, kutsal emanetleri ve haçları da kırıp attılar. 1917’de de imparatorluk kartallarını ve portreleri kırdılar, papazları ahır temizliğine gönderdiler. Hepsi monarşinin ve kilisenin izlerini silme hareketidir, şiddetlidir. 

***

Tarihte sokağı tutmadan ve şiddet uygulamadan elde edilmiş bir kazanım ve ilerleme yok. Bütün devrimlerde sokağın gücü ve şiddeti var. Kazanırsın veya kaybedersin, ancak şurası tartışmasız, şiddet sınıflı toplumlarda hayata içkindir. Bu, hayatın hamurunda var ve açığa çıkması, enerjiye dönüşmesi sadece zaman meselesidir. 

Dedikleri gibi özgür toplumun iki ırktan oluştuğu söylenebilir: Mülk sahipleri ve emekçiler. İkinci ırktan olanların sayısı yiyecek miktarıyla sınırlıdır ve mülkiyet güvence altında olduğu sürece açlık onları sürekli çalışmaya zorlar. Tarih bundan daha şiddetli bir bakış açısı tanımıyor.

Toplumu mülk sahipleri ve emekçiler olarak ikiye bölmektir şiddet. Bunun için şiddeti örgütlemek ve emekçilerin kafasına vurmak için sürekli hazır tutmak gerekir. Denklem basit; ırklardan biri az ama örgütlü, diğeri çok ama örgütsüz. Denklemi tersine çevirmek için sadece cüret gerekir. Cüret ama şiddetli bir cüret!