'İnsanlığın mukaddes değerlerine yönelik hiçbir saldırıyı ve aşağılamayı kabul edemeyiz' diyorlar hep bir ağızdan. İktidarları da muhalifleri de aynı şeyi söylüyorlar. 

Sizin kutsalınız!

Size yakın zamanda izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Ara ara film aklıma geliyordu ama evvelsi gece Boğaziçi’nde yaşananlarla beraber tekrar hatırladım. Konu bire bir aynı değil ama bağ üstüne bağ kuruldu zihnimde. Dünyanın her yerinde gericilik nasıl da olduğu yerde kalmıyor hayatlarımıza müdahale ediyor, her yerinde aynı argümanlarla karşımıza dikiliyor… Bunları hatırlattı hep. Boğaziçi’nden Polonya’ya, Polonya’dan ABD’ye köprüler kurdum kendi halimde. Bu köprülerin kaynağını "kutsal değerler" oluşturuyordu.

Önce ABD nereden çıktı diyecek olursanız, izlediğim film ABD’de geçiyordu. Genç bir kadının Pensilvanya’dan New York’a olan hikayesini anlatıyor diyebiliriz. İzlerseniz "kesin bu yaşanmıştır" diyeceğiniz türden bir filmdi. 

Neyse, bu filmi geçtiğimiz günlerde arkadaşımın tavsiyesi üzerine izledim. Şimdiden ismini vereyim, azıcık spoiler da vereceğim, haberiniz olsun. Never, Rarely, Sometimes, Always filmimizin ismi. Sonra vay efendim deyip, bana kızmayınız.

Film henüz yasalara göre reşit sayılmayan bir kadının kürtaj olması sürecini anlatıyordu. Kadınlar için önemli bir mücadele başlığı olan kürtaj, binbir hesap ve plan gerektiriyor anlayacağınız üzere.

Pensilvanya'da muhafazakar bir kasabada yetişmiş bu genç kadın hamile olduğunu öğrenmesi üzerine kürtaj olabilmenin yollarını ararken bunu New York’ta gerçekleştirebileceğini öğrenmesi üzerine yola çıkmaya karar veriyor. 

Film kadınların hayattaki tüm zorluklar, maddi imkansızlıklar karşısında yalnız kalmayacağını kuzeninin ona eşlik etmesiyle birlikte yine yaşamın içinden bir örnekle anlatıyor. Bu iki kuzen, kasabadaki markette birlikte çalışan, marketteki patronun tacizleri karşısında birbirini asla yalnız bırakmayan iki kafadar aynı zamanda.

Filmin başlangıcında bir okul müsameresindeyiz. İzleyenler arasından bir erkek, o genç kadına "Sürtük" diye bağırıyor. Başta gerekçesini anlamıyoruz. Sonra sonra fark ediyoruz ki o erkeğin kadının hayatındaki konumu, nesi olduğu vs. önemli değil. Önemli olan nasıl oluyor da bir insan kendinde bir kadını aşağılamayı, ek olarak kalabalıklar içinde aşağılamayı hak olarak görmesi oluyor. 

Genç kadının isteyerek mi yoksa istemeyerek mi hamile kaldığını görmüyoruz, bununla ilgilenmiyor film. Zorla hamile kalan kadınlar onlarca sıkıntı yaşıyor, biliyoruz. Kadınlar binlerce zorluk, baskı yaşıyorlar. Tecavüze uğruyorlar, öldürülüyorlar. Film diyor ki "Bu kadın hamile ve aldırmak istiyor. Bu değerlendirmemiz için yeterlidir." Kadın göz mü kırpmış, etek mi giymiş, istemiş mi istememiş mi… "Kadını didiklemeyi bırakın. Önemli olan kadının bu hamileliği yaşamaya ya da yaşamamya karar verebilme hakkıdır" diyor film ısrarla bana kalırsa. 

Şimdi izlerken düşündüklerimi ekleyeyim. Kadının kendi bedeni hakkında kendisinin karar verebileceğini, bunun dinsel referanslarla tartışılmasının ihtimal bile olmaması gerektiğini savunmakla beraber hayatlarımız muhafazakar kasabada da, büyük kentlerde de gericilerin yasalarına, adalet anlayışlarına göre şekillendiriliyor. Yaşadığımız ve yaşayacağımız hayatlarımıza müdahale etmeye oldukça istekli, "kutsal değerlerine" göre yaşamı düzenlemeye fazlasıyla hevesliler. Filmde de zaten kah kasabadaki kadın doğum doktorunun söylemlerinde, kah metropolde kürtaj yapılan hastane önündeki eylemlerde defalarca kez görüyoruz.

Mahalle baskısını, gericiliği, hamileliği öğrenilirse yaşayacaklarını o genç kadın o kadar iyi biliyor ki önce türlü yollarla, kendi kendine, tehlikeli biçimlerde sonlandırmaya çalışıyor hamileliğini. Belki merdiven altı yöntemlere başvurmuyor ama biliyoruz biz, buralarda pek çok kadın hayatını kaybetti bugüne kadar. Düzgün bir hastanede kürtaj yapma imkanı buluyor belki ama hamilelikle ilgili sorgu peşini bırakmıyor. Zaten filmin en çarpıcı sahnesi de burası oluyor.

Filmi izlediğim aynı günler Arjantin’de kadınların kürtaj hakkını kazandığı, Polonyalı kadınların ise kaybetmemek için mücadele ettikleri günlerdi. Şimdilik Arjantin kazandı, Polonya kaybetti. Ve aslında kaybeden yalnızca kadınlar değil, tüm toplum oldu. Çünkü Polonya’da gericilik kazanırken, özgürlük, eşitlik, laiklik kaybediyor. 

Yaşamı "Katolik değerlere" göre şekillendirmek isteyen gerici iktidar Polonya’da mevzi kazanırken, bir benzerini, tıpatıp gerekçelerle her gün görüyoruz. Bazen mesela bir arkadaşımız tarikatçı ailesinden kaçıp büyükşehirlere sığınmaya çalışırken, kendini bambaşka sorunlarla boğuşurken buluyor. Ve şimdi de Boğaziçi’ne, Polonya’daki gibi aynı gerekçelerle, saldırıyor iktidar. "İnsanlığın mukaddes değerlerine yönelik hiçbir saldırıyı ve aşağılamayı kabul edemeyiz" diyorlar hep bir ağızdan. İktidarları da muhalifleri de aynı şeyi söylüyorlar. 

Müdahale istekleri yalnızca kadınların bedenleriyle de sınırlı kalmıyor, asgari çocuk sayısı belirliyorlar, aile kurumunu kutsuyorlar, bir insanın kimle ilişki yaşayıp yaşamayacağı ya da kimi sevip sevmeyeceği belirlemek istiyorlar. Dahası bunların hepsi topyekün işçi sınıfını; kadınını, erkeğini, bir insan kendini nasıl tanımlanırsa tanımlasın baskı altına almak demek oluyor. 

Evvelsi akşam tutuklanan iki arkadaşımız, bir resim, birkaç bayrak ve ardı sıra gelen açıklamaların gericiliğin saldırısı olduğu bariz. 

Sonucu başka alem isteyenlerin mücadelesi belirleyecek…