Taşları bağlayıp canavarları salıveren 12 Eylül düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’de toplum örgütlü siyasetin “ayıp bir şey” olduğuna inandırıldığı için bebeklerimiz hastanelerde öldürülüyor.
12 Eylül’ün Türkiye’ye verdiği zararları eksiksiz biçimde sıralamak ve her bir maddeyi hakkıyla açıklamak için bir ansiklopedi gerekir. Bununla birlikte, bugün yaşadıklarımıza baktığımızda aklımıza ilk gelen “lânet”lerden biri halka siyasetin kötü ve sadece siyasetçiler tarafından yürütülmesi gereken bir faaliyet olduğu yalanının yutturulmuş olmasıdır.
Dış politika “siyaset üstü”dür. Sağlık, eğitim, savunma “siyaset üstü”dür. Burjuvazinin iktidarı da muhalefeti de günde beş vakit bu herzeleri yineler. Egemen sınıfın bunu dayatması bir noktaya kadar anlaşılabilir zira halkın siyasetten uzak tutulması kontrolün profesyonel ve sermaye tarafından maaşa bağlanmış bir azınlığın tekelinde kalmasına hizmet eder.
Emekçiler haklarını istediğinde, greve çıktıklarında karşılarına çıkan iktidar kolluğunun ilk sözü “siyaset yapmayın” olur. Akepe iktidarında mülksüzleştirilen çiftçi karayolunda eylem yaptığında kendilerine sözde destek için gelen cici muhalefet milletvekili “aman siyaset yapmayın” der. Öğrenciler kurtlu yemekhane, bitli yatakhaneye isyan ettiklerinde “siyaset yapmayın” sopasıyla karşılaşırlar. Evi barkı “dönüşüm” gerekçesiyle başına yıkılanlar seslerini yükselttiklerinde ilk aldıkları yanıt “siyaset yapmayın” şeklindedir. Bu öylesine etkili bir söylemdir ki, direnenlerin büyük çoğunluğunu da etkiler. “Grevimizde, eylemimizde, direnişimizde, isyanımızda parti bayrağı, flaması olmasın” diye ricacı olurlar.
Oysa ki patronu azdıran da çiftçiyi yoksullaştıran da yemeği kurtlandıran da açgözlü müteahhidi semirten de siyasettir. O siyasetle mücadele ancak siyasi alanda verilebilir.
Dış politika, savunma, sağlık, eğitim, barınma hakkı ve aklınıza gelebilecek bütün mücadele alanları siyasi tercihlerin yani siyasetin konusudur. Siyaset hayatın ta kendisidir. İnsanca yaşama talebinin dile getirilebileceği ve elde edilebileceği, en doğal ve en meşru zemindir. Siyaset de tek başına yapılmaz, örgüt ve parti gerektirir.
Geçen Cuma Mahir Esen’in konuğu olarak katıldığım “Sınırsız TV” kanalının tanıtımında “Ortadoğu’da Emperyalist İşgal ve Türkiye’nin Dış Politik yanılgıları” başlığı kullanılmıştı. Akepe’nin iktidarda olduğu dönemde dış politika alanında atılan adımları “yanılgı” olarak nitelemek isabetli görünebilir ama biraz düşününce eksik ve fazlasıyla nazik kalıyor. “Yanılgı” sözcüğünde belirli bir masumiyet hatta iyi niyet bulmak dahi mümkün. Oysa çeyrek yüzyıllık zaman diliminde gördüklerimiz böylesi bir yorumu haklı çıkartacak cinsten değil. Biz yine de o terim üzerinden gidelim.
“Dış politik yanılgı”nın karşıtı ne olabilir diye düşündüğümde aklıma gelen ilk yanıt “Dış politik doğru” oluyor. Herhangi bir ülkenin dış politikada attığı “doğru” adımları tanımlamak gerekirse, o ülkede yaşayanların tamamının olmasa dahi büyük bölümünün hayatlarını iyileştirecek, daha uygun koşullarda yaşamalarını sağlayacak, yaşam hakkı başta olmak üzere temel ve insani haklarını güvence altına alacak, bir yandan da bölge ve dünya halklarına da felaket getirmeyecek eylemler diye özetleyebiliriz. Bu son kaydı eklemezsek, “başarılı” sömürgecilik girişimlerini de “doğru adım” sınıfına sokmamız gerekir ki, muradımızın bu olmadığı açıktır.
Tanım gereği, ülkeyi yönetenler dış politik tercihlerini böylesi bir hedefe göre belirlerlerse halkın büyük çoğunluğunun yaşamsal hak ve çıkarları da gözetilmiş olur. Kuramlar dünyasından gerçek hayata doğru yaklaştığımızda Akepe ve temsil ettiği sınıfın bu tür hedefe sahip olduğunu ileri sürebilmek herhalde mümkün değildir. Akepe’nin dış politika adımları doğal olarak temsil ettiği sermayenin kâr maksimizasyonu hedefine hizmet etmelidir. Ne var ki, bunda sağlanabilecek “başarı” o piyasadaki başka aktörler tarafından dengelenir hatta kimi zaman hedefin tam aksi istikametinde sonuçlara yol açar. Siyaset biliminden aşina olduğumuz denge-denetleme mekanizmalarının âlâsı dış politikada mevcuttur. Türkiye gibi orta sikletli ülkelerin güçleriyle uyumlu olmayan hedeflere ulaşması daha güçlü oyuncular tarafından engellenir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgur eksiliverir. İşte yanılgı veya hata olarak nitelediğimiz sonuçların ana sebebi budur.
Dış politikada halkının çıkarlarını düşünmeyen, dar bir azınlığın “iyiliği” için hareket eden iktidarın içeride farklı davranması beklenemez. Ülkeyi bir şirket gibi yönetmeyi marifet olarak tanımlayan bir zihniyet için geniş halk kitleleri ve emekçiler olsa olsa bir üretim ve maliyet unsurundan ibarettir. “Kâr”ın büyümesi bu unsurların alabildiğine aşağıda tutulmasına, sömürülmesine bağlıdır. Patron iktidarı, bu hedefe doğru ilerler. Türkiye’de içerisinin dışarısından farkı işte bu noktada belirgin hale gelir. Dış politikada elini kolunu tutan, haddini aştığında dersini veren, çoğu hedeflerken kırıntılarla yetinmesini sağlayan aktörler “hamdolsun” içeride mevcut olmadığında sermaye doğasının çağrısına uyar ve kudurur.
Kuduz hastalığı bir virüsten kaynaklanır. Beyni etkiler. Bünyeye göre değişen bir hızda ilerler. Emareleri vardır. Kuduza yakalanan canlı, kaşınır, hayal görmeye başlar, sudan ve havadan korkar etrafına saldırır ve sonunda ölür.
Kamuoyunda “Yenidoğan” çetesi olarak adlandırılan korkunç olay sermayenin yeni bir kudurma emaresidir. Sanılanın aksine Türkiye’ye özgü bir durum da değildir.
Şimdi ismini anımsamadığım bir film izlemiştim. 20. yüzyılın ilk yıllarında New York’ta geçiyordu. Kentte kurulan özel hastaneler hasta bulmak için birbirleriyle amansız bir mücadeleye girmişlerdi. Kullandıkları yöntemlerden biri cankurtaran sürücülerini maaşa bağlamak ve New York sokaklarında rastladıkları hastaları -aslında müşterileri- kendilerine getirmelerini sağlamaktı. İş bir süre sonra öylesine kontrolden çıkıyordu ki, getirdikleri hasta başına prim alan ambülans şoförleri önce birbirlerini, zaman içinde de sokakta rastladıkları insanları yaralayıp hastanelere götürüyorlardı. Hastanenin donanımı, yakınlığı, uzaklığı hiçbir anlam ifade etmiyordu. O hengamede son düşünülen şey insan sağlığıydı.
Kapitalizmin ve sermayenin tapınağı ABD’de şimdi o manzaralar yaşanmıyor belki ama yüz milyonlarca kişinin en küçük bir sağlık güvencesi dahi yok. İlaç şirketleri, sigortacılar ve özel hastaneler el ele halkı soymaya devam ediyorlar.
“Sosyalist Devlet”ten kaçınmak için, “sosyal devlet”i icat eden Avrupa’da ise 1990’lardan beri kamusal sağlık alanında müthiş bir gerileme yaşanıyor. Komünizm “öcüsü” ortadan kalktığından beri koşar adım piyasanın kollarına yönelen Fransa’nın kırsal alanlarında doktor bulmak deveye hendek atlatmaktan güç. Büyük kentlerdeki devlet hastaneleri ise kapasite ve donanım olarak sürekli geriletiliyor.
Büyük Britanya’nın Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) ne durumda olduğunu öğrenmek için BBC’nin yüz kere sermaye filtresinden geçmiş haberlerini izlemek dahi yeterli. Daha fazlası için ise Ken Loach’un filmlerini izlemek gerek.
Sosyalizmle ilgisi isminden ibaret Sosyalistlerin sermaye adına yönettiği İspanya’da da durum farklı değil. Halk sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesini protesto için sık sık sokaklara dökülüyor.
Kıtanın tamamında sermaye bir ahtapot gibi eğitim ve sağlık sektöründeki kazanımların boğazını sıkarak geniş halk kitlelerini soluksuz ve sağlıksız bırakıyor. Yine kıtanın tamamında sosyal güvenlik sistemleri “açık” verdikleri gerekçesiyle sermaye partilerinin hedefi. Zira o sermaye partileri de tıpkı Türkiye’deki gibi yönettikleri ülkelerde sosyal güvenlik birikimlerini sermayeye ucuz kredi olarak kullandırıyorlar. Buna karşılık hâlâ örgütlü bir direniş var. O direniş var olduğu için patronlar bebek öldürerek para kazanmak gibi “parlak” yöntemlere henüz başvuramıyorlar. O direniş, kısmen de olsa, bir denge-denetleme işlevini görüyor, mevcut haliyle sermayenin önünde sonunda kudurmasını engelleyemeyecek olsa da geciktirebiliyor.
Taşları bağlayıp canavarları salıveren 12 Eylül düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’de ise o uğursuz darbenin en “mütekamil” ürünü olan Akepe-Mehape iktidarı böyle bir direnişle dahi karşılaşmadığı, “solcu” taklidi yapan düzen partileri ile “devrim”i isim tabelasına hapseden sendikalar bu düzeni bize dayan patron örgütleriyle düşüp kalktıkları, toplum örgütlü siyasetin “ayıp bir şey” olduğuna inandırıldığı için bebeklerimiz hastanelerde öldürülüyor, çocuklarımız okullarda adı konulmamış bir IMF programı sayesinde pislik içinde hurafe çamuruna bulanıyor, gençlerimiz devlet yurtlarında büyük parazitlerin yavruladığı küçük asalaklarla yemeklerini ve yataklarını paylaşıyorlar.
Ne dünyanın ne Türkiye’nin yazgısı bu olamaz. Olmayacak da. Bunun için ne yapılması gerektiği ortada. Örgütlenecek, siyaset yapacak, “siyaset yapmayın” diyenlerin ağzına terlikle vuracağız. Sonra da Türkiye’yi ve dünyayı kuduran sermayenin elinden çekip alacağız.