Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar…

“Şirket Devlet” ve “Saray Devleti”

2020 sonunda, Türkiye kamu maliyesi, “Şirket Devlet” veya “Saray Devleti” diyebileceğimiz bir dönüşüme uğradı.

Süreci, iki meslektaşımın (Ahmet Haşim Köse ve Oğuz Oyan’ın) katkılarından hareket ederek tartışmak istiyorum.

Devlet bütçesinin iki işlevi

Ahmet Haşim Köse, “Şirket Devletin Mali Krizine Doğru” başlıklı yazısında (Gazete Duvar, 25 Aralık 2020) kapitalist sistemde devlet bütçesinin iki kritik işlevi açısından AKP iktidarını değerlendiriyor.

Birinci işlev, burjuva demokrasilerinin yerleşmiş “bütçe hakkı” ilkesinden kaynaklanır: Siyasal iktidarın vergi toplama ve harcama kararları halkın temsilcileri (parlamento) tarafından görüşülmeli; uygulanması da denetlenmelidir. Bütçe o zaman meşrulaşır. “Bütçe hakkı” gerçekleşir.

AKP iktidarı bu işlevi, 2017 anayasa değişikliği ve uygulamaları ile zedelemiştir. Saray’ca hazırlanan bütçe tasarısının reddedilmesi dahi hükümeti etkilemez; bir önceki yılın bütçesi (kabaca) enflasyon oranlarına göre ayarlanır; yürürlüğe girer.

Örneğin, 2020’de salgın ortamında gündeme gelen ek harcama önerileri, bir ek bütçe ile değil; “torba yasalar”a yedirilerek meclise getirilmiş; ödenek toplamları belirsiz kalmış; “bütçe hakkı” çiğnenmiştir.

İkinci işlev ise, devlet bütçesinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamasıdır.

AKP iktidarı sermaye birikiminin sürekliliği işlevini 2002 sonrasında yerine getirdi mi? Ahmet Haşim Köse’ye göre AKP, bu işlevi o tarihte uygulanmakta olan neoliberal programı da devralarak yerine getirmeyi üstlendi. Nasıl? Neoliberalizmin, kamumaliyesine yüklediği kritik görev olanenflasyon hedeflemesi programını benimseyip uygulayarak…

Bu program, ulusal paraları ile dışarıdan borçlanamayan ülkelerde devlet borçlarının ödenebilirliğini sağlar. Ana kural, devlet bütçesinin her yıl faiz dışı fazla vermesidir. Bu kural sayesinde, devlet borcunun millî gelire oranı düşer; kamu borçlarından kaynaklanan krizler önlenir.

Köse, yazısında, bu açıdan kritik gösterge olan iç ve dış toplam devlet borçlarının AKP dönemindeki seyrini (dolar cinsinden) izliyor. İç borçların da dolar cinsinden hesaplaması doğrudur; zira, TL ile ihraç edilen devlet tahvilleri dahi, uluslararası finans sermayesine bir yatırımaracı olarak sunulmuştur.

Ahmet Haşim 2003-2020 arasında toplam devlet borçlarının 190 milyar dolardan 273 milyar dolara çıktığını; dolarlı millî gelirdeki (GSYH’da) payının ise 19 puan (%60,5 →%41,5’e) gerilediğini hesaplıyor.

Bu gelişme sermaye birikiminin sürekliliğini de sağlamıştır. Uluslararası finans kapital bakımından “çevre” ekonomilerinin güvenilir bir yatırım alanı olması için devlet borcu / GSYH oranının (kabaca) %50’yi aşmaması aranır. Türkiye ekonomisi, AKP yıllarında bu koşulu gerçekleştirmiştir.

Bu güvencenin de katkısıylaTürkiye’ye yabancı sermaye girişleri artmış; on yıl boyunca yüksekçe bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Böylece Türkiye’de emperyalizme bağımlı bir yapı içinde sermaye birikiminin sürdürülmesi sağlanmıştır.

Devletin malî krizi: Nasıl oluştu?

AKP dönemi, aynı zamanda, Ahmet Haşim Köse’nin ifadesiyle,“devletin şirketleşmesi” yıllarıdır. Aktarıyorum: “Devletin şirketleşmesine yönelik önde gelen düzenlemeleri sıralayalım: Türkiye Varlık Fonu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Cumhurbaşkanlığına tanınan şirket kurma yetkisi (2018) ve Kamu Özel İşbirlikleri…”

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) düzenlemelerinde devletin alt-yapı, sağlık ve enerji alanlarındaki yatırımları bütçe dışına taşınır; sonraki yıllarda merkezî bütçenin cari kalemleri içine dağıtılır. Nasıl? Yatırımcı inşaat şirketlerine verilen, döviz kurlarına bağlı ciro garantileri ile…

2002 sonrasında devlet borç oranlarını aşağı çeken belirleyici bir “operasyon”, Köse’nin yazısında yer almıyor: 1980 sonrasında astronomik boyutlara ulaşan özelleştirmeleri kastediyorum. Sadece devlet işletmelerinin değil; arsa, arazi, orman olarak sınırsız kamu varlıklarının kapkaççı sermaye çevrelerine satılması; bedellerinin bütçeye aktarılması…

Bu birikim biçimini sürdürmek güçleşecek; 2018’de ekonomiyi bugünkü tıkanma noktasına getirecektir. Köse’nin ifadesiyle “özel sermayenin dışarıdan borçlanmasınınbaskılandığı bu eşikte devletin borçlanma zorunluluğu artacaktır. Bu zorunluluk devletin 'mali krizinin' bir ön sinyalidir.”

“Devletin malî krizi”ne yol açan temel bir etken, özel sermayenin dış borçlarının “kamulaştırılması”; yani, devletçe üstlenilmesidir. Köse, bu tespiti yapıyor; ama kritik göstergeyi kullanmadan… Ben değineyim: Mart 2020’ye kadar özel sektörün dış borç ödemeleri; devletin dış borçlanması fazlasıyla artırılarak mümkün olmuştur. (Bk. Boratav, “Dış Borçlar ve Kamu Stoku”, Sol Portal,17 Eylül 2020).

Kasım 2020’de “devletin malî krizi”, döviz krizi ile bütünleşecek; Albayrak görevden alınacak; neoliberal “malî disiplin” devreyegirecektir. Saray engellemezse…

“Saray devleti” nasıl yapılandı?

Arkadaşımız Oğuz Oyan, yeni anayasanın devlet yapılanmasına getirdiği yeniliklerin dökümünü izlemektedir. Sol Portal’de yayımlanan (15 ve 22 Aralık, 2020 tarihli) iki yazısında da (“İktidarın Maliyeti Yükseliyor”), bu dönüşümün patolojik uzantılarını inceliyor.

Geleneksel bakanlıklardan sadece sekizi süregelmektedir. Onların dışında sayıları sürekli değişen politika kurulları, başkanlıklar, ofislerden oluşan bir liste… Bu listeyi dolduran çok sayıda “üst kademe kamu yöneticisi” ve danışman…

Oyan, Anayasa’nın 104/9 maddesine göre çıkarılan KHK’lara, çeşitli Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine göre bu insanlara uygulanan “düzeni” açıklıyor: “Binlerce üst düzey kadronun atanması, görev süreleri ve görevden alınmaları; ücret ve emeklilik hakları Cumhurbaşkanı kararı veya onayı ile belirleniyor. Bunların kişiye göre farklılaştırılabilmesi inanılmaz keyfiliklere kapı aralıyor… Çifte görevlerden üçüncü-dördüncü, hatta beşinci maaşlar/hakkı huzurlar… ”

Oğuz Oyan, öncelikle bu yapılanmanın siyasal uzantılarıyla ilgileniyor: Bir yandan “bu kadrolardakilerin hepsi, haliyle, Cumhurbaşkanının gözünün içine bakıyor.” Öte yandan “rejim sıkıştıkça bunların sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor.”

Bir de “çeperde” yer alanlar var.cOyan, “çeperdekilerin, bugünkü rejimin son bulmasından en az tepedekiler kadar kaygı duymasının sağlanması gerekiyor” tespiti ile yetiniyor; bunların dökümünü yapmıyor. Kimdir çeperdekiler? Artık bir “parti” olup olmadığı şüpheli olan AKP’nin kadroları? Milletvekilleri? Pelikan grubu gibi karanlıkyapılanmalar? Bürokrasiyeyerleşmiş militanlar?Bu soruları yanıtlamaya bugünlerde Barış Pehlivan / Terkoğlu kardeşlerimiz ve meslektaşları cansiperane çalışıyor.Yarının edebiyatçılarını da bekleyeceğiz.

Oyan’ın siyasal çıkarsamaları acımasızdır: “Böyle bir düzende iktidar partisi sıradan sistem partileriyle özdeşleştirilemez… İktidarı bırakmamaya mecbur olan bir iktidar biçiminin…hesabı ödemeden masayı terketmesine izin vermemek gerekir. Böyle bir siyasi hareketin seçimlerin sonucuna bağlı olarak sorun çıkarmadan iktidardan uzaklaşabilme olasılığı da [zayıftır].”

Burjuvazi nerede?

Oğuz Oyan’ın yazısı, bu iktidarın “sistemin egemeni sermaye kesimleriyle başka türden ilişki ağlarına da ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Kısaca da adını koyuyor: “Sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzeni…”

İyi ama, hangi sermaye? Bu tür bir “talan düzeni”, sistemin egemen sınıfı olduğu kabul edilen burjuvazinin tümünü kapsayabilir mi? Yanıtını 24 Aralık 2020 tarihli Türkiye basınında yer alan iki haber başlığında arayabiliriz:

“Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’a son on yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapıldı”. Dev kamu yatırımlarının demirbaşları olanbeş inşaat şirketine, yatırım bedelleri kadar vergi/harç indirimi ihsan edilmiştir.

“Dünya Bankası: Kamu ihalelerialan ilk 10 şirketten 5'i Türkiye'den; ihalelerin toplam büyüklüğü 203.7 milyar dolar”. Dünya Bankası, çeşitli ülkelerde KOÖ projelerini izliyor; 2002-2020 arasında devletten en çok ihale alan şirketlerin listesi açıklıyor. İlk beş şirket Türkiye’dedir; dördü bir önceki haberde yer alanlarla aynıdır.

Bunlara, ayrıca, Oyan’ın yazısında yer alan (MMO kaynaklı) bir haberi de ekleyeyim: İşyeri elektriğinde Avrupa’nın en pahalı ülkesi Türkiye’dir. Elektrik dağıtım şirketlerine devlet tarafından verilen cömert alım garantileri nedeniyle… Sanayiciler bu şirketlere ek kaynak aktarmakta, AB’ye karşı rekabet güçlerini bu yüzden yitirmektedir.

Oyan’ın değindiği “talan düzeni” sektörlerde değil; inşaat, enerjişirketlerinde yoğunlaşıyor. “Sistemin egemen sermaye kesimi”, adlarını ezberlediğimiz bu 5-6 şirketten mi oluşuyor? Buna Ahmet Haşim Köse’nin “şirket devlet” diye adlandırdığı yapılanmanın son iki yıldaki diğer “marifeti” de eklenebilir: TCMB, Varlık Fonu (ve onunla bütünleşmiş üç kamu bankası) ve doğrudan doğruya Hazine, özel şirketlerin döviz borçlarını fiilen üstlenmiştir. Döviz ve dış borçlulukta inşaat ve enerji şirketlerinin liste başında olduğunu da hatırlatalım.

Kısacası, Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf” olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar…

Kapitalizm Türkiye’de eşkıyaya teslim olmuş; en ilkel biçimiyle hortlamıştır.