"Yeni Osmanlıcılık… Bu maceracılık da değil, bu aptallık. Ama işte bu aptallık giderek meşruiyet kazanıyor. Ve minimum aptallığa emperyalist düzen fena halde ihtiyaç duyuyor."
Küreselleşmenin sloganıydı sınırların önemsizleşmesi.
Önce Berlin Duvarı yıkıldı sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Küreselleşme sermayenin sınır tanımayacağının ilanıydı: Sermayenin önünde duran en büyük engel ortadan kalktığına göre yeni yağma dönemine adım atılabilirdi.
90’larda Yugoslavya’nın parçalanması aynı sürecin önemli bir adımıydı.
Sınırların neye göre çizildiği ezelden beri sorgulanan bir şey olagelmişti. Etnik, mezhepsel veya tarihsel olarak bakıldığında dünya haritasındaki sınırların sayısız kez değiştirilmesi ve “bir de böyle denenmesi” gerekebilirdi. Herkes her toprak parçası üzerinde hak iddia edebilirdi.
Halbuki her an bir ilhak ortaya çıkmıyordu. İlhak siyasetindeki büyük adım 2. Dünya Savaşı öncesinde gerçekleşmişti ve o günlerden beri böyle büyük bir ilhak örneğiyle dünya karşılaşmamıştı.
Hak iddia etmek ile gerçekten ilhak etmek arasında önemli bir “sınır” vardı. Berlin Duvarı psikolojik sınırı ortadan kaldırmış olabilirdi ama ülkelerin sınırlarının değiştirilebileceği düşüncesinde asıl yol Avrupa’nın içindeki bir ülkenin parçalanmasıyla alındı.
Yugoslavya emperyalistler tarafından parçalandığında başka bir dünyaya doğru adım atılmıştı artık. Sırada Orta Doğu vardı. Irak ikinci Yugoslavya oldu. Büyük güçler bölgesel gerilimlerle oynuyor ve sınırların nereden geçeceğine karar veriyordu.
Halbuki doğrudan bir “büyük gücün” etnik, dinsel ve tarihsel sebeplerle sınırları ötesinde hak iddia edişini eyleme dönüştürmesi ve kendi sınırlarının daimi bir parçası kılması yeni bir olgu olacaktı. Ukrayna’da gerçekleşen bu oldu.
Şu sıralar, dünya hipersonik füzelerin ne olduğunu ve yaklaşan dünya savaşını tartışadursun, asıl aşama bu alanda kat ediliyor. Ukrayna’da gerçekleşecek bir barış yeni sınırlar demek. Bir ülke daha “balkanize oluyor” ve başka bir ülke sınırlarını genişletiyor. Bu dünya için büyük mesajdır.
“Balkanizasyon” ise dönemin ruhuna uygun terim. 1910’ların Balkanları büyük güçlerin gösteri alanına dönüşmüştür, 19. yüzyılın sonlarından beri patlamaya hazır barut fıçısıdır. Balkanların baklanizasyonu dünya savaşına az zaman kaldığını göstermiştir.
Lenin’in deyimiyle, Edirne’nin işgali problemin ağırlık merkezini kaydırmış, büyük güçler olarak anılan emperyalistlerin kavgasına yaklaştırmıştır. Artık kavga diplomatik manevralarla, hak iddialarıyla ve tehditlerle yürüyemeyecek bir noktaya gelmiş, savaş ve işgale başlanmıştır.
İrredantizm bu ilhak siyasetinin, 19. yüzyılın İtalyası’dan Avrupa’ya bakılınca görülen şeyin ismidir. “Italia irredenta”, “kurtarılmamış topraklar”a denk düşmektedir. İrredantist ise Avusturya-Macaristan, Fransız ve İngiliz egemenliğinde kayıp duran İtalyan topraklarını geri almak anlamına gelmektedir. İrredantizm terimi, sınırlarla oynama siyaseti, yeni yeni serpilen İtalyan sermayesinin hak iddia etmesinin ürünü olarak literatüre yerleşmiştir.
Bu noktada önemli olan şey kimin ne üzerinde hak iddia ettiği veya buna “hakkı olup olmadığı” falan değildir. Önemli olan bütün bu iddia ve eylemlerin kaçınılmaz bir üçüncü sonucu üretmesidir: İlhakın meşruiyetini. Bu andan sonra ortada bir terazi yoktur. Bir noktadan sonra gerilimleri izole etmek de mümkün olmamakta ve zincirleme bir reaksiyon ortaya çıkmaktadır.
Bugünün dünyasında ilhakın meşruiyet kazanması demek, oyunun kurallarının değişmesi ve “gücü olanın” konuşması demektir. Oysa ki her manevranın bir başka manevraya ve bir başka aktöre bağlı olduğu bu dünyada kimin neye gücünün yettiği de tartışmalıdır.
Ama kutsal günah işlenmiştir ve bu durum bir “denge” yaratacağına daha çok bir güç gösterisine dönüşme eğilimi kazanmaktadır.
Buna da isim veriliyor literatürde: “Küresel fay hatları” veya “donmuş çatışmalar”. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’tan Kaşmir’e, Güney Çin Denizi ve Tayvan’dan Kore Yarımadasına, Somali-Kenya-Etiyopya’ya kadar uzanan sayısız gerilim…
Gerilimin harekete geçmesi içinse istek yetmiyor, eylem gerekiyor.
Bu nedenle farklı güçte aktörler ellerinde belgelerle bu oyuna koşuyor, eski sınırların kendilerince çizilmediğini yeni sınırlara ihtiyaç olduğunu iddia ediyor ve uygun an yakalandığında silahlar konuşmaya başlıyor.
Bu oyunda kimse aptal değil ve aynı anlama gelmek üzere herkes aptal.
Buna Türkiye de dahil.
Yakınımızdaki Kerkük örneğin… Irak’ta bugünlerde gerçekleştirilen nüfus sayımının neyi ispatlamasını bekliyoruz? Biz de elimizde belgelerle koşarak “Musul Vilayeti”nin nasıl Türkiye’nin hakkı olduğunu mu anlatacağız?
Ayrıca sadece toprak parçasından bahsedildiği düşünülmesin. Enerji kaynakları, tedarik zincirleri, limanlar ve boru hatları derken denizler de bu işin parçası. Daha Suriye, Libya, var oğlu var. Bunlar yoksa başka “görevler” var. Türkiye’ye daha üst bir rol yakıştırıp Etiyopya’da, Somali’de anlaşma sağlayıcılık, garantörlük atfedecek ve bundan keyif mi duyacağız?
Yeni Osmanlıcılık… Bu maceracılık da değil, bu aptallık. Ama işte bu aptallık giderek meşruiyet kazanıyor. Ve minimum aptallığa emperyalist düzen fena halde ihtiyaç duyuyor.
Bütün bu olan bitene sınıfsal mercekten bakılmadığı sürece hata yapmak kaçınılmaz. Kim hangi sınıfın çıkarı için hareket ediyor, neye meşruiyet kazandırıyor? Emperyalizme mi alan açılıyor yoksa emekçi sınıfların inisiyatifine mi?
Bizi dünya savaşına götüren bu kolektif aptallığın yok edilmesi güç, çünkü ondan zenginleşenler iktidarda ve emperyalizm zaten böyle bir şey. Ama bu aptallığı yarmak ve doğru an için hazırlanmak mümkün.