Sınırlar değişiyor, değişir. Mesele tek başına bu değildir. Mesele sınırların emperyalist planlara göre değişmesidir. Eksiği, bizim, ezilen halkların bir planı olmamasıdır.
Sınırdaş Osmanlı ve Kaçar Hanedanlığında, İran’dır, “yenileşme” hareketleri hemen aynı tarih aralığında başladı. Bu iki coğrafya Batılı Emperyalist güçlerin tasallutu altındaydı ve iki ülkenin egemenleri yıkılmamanın ve parçalanmamanın bir çaresini arıyorlardı. Bunun için güç gerekiyordu ve güce ulaşmak için eskiyi değiştirmeliydi, öyle sanıyorlardı. Çözüm olmadığını artık biliyoruz.
İki coğrafyada meşruti hareketler de hemen aynı zamanda başladı. Yenilenme yıkılmaya veya parçalanmaya çare olmayınca, halk hükümeti ve hükümdarı sınırlamak, şarta bağlamak, için harekete geçti. Meşrutiyet diyoruz, kökeninde “şart” var. Bunun için birer anayasa ilan edildi, halkın seçtiği, az çok, üyelerle oluşan bir meclis kuruldu. O meclisin temel görevi devletin gelir ve giderini kontrol altına almak ve ülkenin çıkarlarına aykırı kanunları bertaraf etmekti. Demek ki artık hükümdar ve hükümeti ülkenin ve halkın düşmanı haline gelmiştir. Etkisiz kılmak için şarta bağlamak şarttır.
Bunlar aynı zamanda iki ülkedeki sınıf savaşlarının tezahürüdür. Bir tarafında hanedanlar ve şahlar-sultanlar vardır, onları destekleyen köhne sınıflar vardır. Diğer tarafında yeni yeni filizlenen aydınlanmışlar, Batı tarzı eğitim almış alt tabaka yöneticiler durmaktadır. Bu ikinciler meşrutiyet savaşının neferleridir. Bir tarafta Mithat Paşa, Namık Kemal, Rüştü Paşa ve Ziya Paşa vardır; diğer tarafta Hasan Han Sipahsalar, Melküm Han, Ağa Han Kirmani, Mirza Talebof ve Mirza Salih Şirazi. Gazete ve dergi yayınlayarak, kitaplar yazarak, tercümeler yaparak ve modern okullar açarak “şartı” pekiştirmeye çalışmışlardır. Tabii arada ihtilal de yapmışlardır. Padişahları-şahları devirmek onu şarta razı etmenin biricik yoludur.
O güçler, bugünkü gibi Rusya da içindedir, 1907’de İran’ı, 1908’de Osmanlıyı paylaşmak için Reval’de kafa kafaya verdiler, gizli anlaşmalar yaptılar. O anlaşma yapılırken iki ülke birbirlerinin sınırlarını değiştirmek için itişip duruyordu. 1917’de Rusya’da Çarı deviren komünistler o anlaşmaları açıklayınca öğrendiler emperyalistlerce kendilerine biçilen donu. Emperyalizmin planı parçalamak ve yağmalamaktan ibarettir.
1820 ile 1920 arasındaki yüzyıl, Osmanlı ve İran’ın parçalanıp paylaşılması mücadelelerinin tarihidir. Yıkıldılar, parçalandılar ve yeniden kuruldular. Türkiye Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti bu tarihin küçülmüş bakiyeleridir.
***
Peki plan yürürlükten kaldırıldı mı? Sınırlardaki hareketlere bakarsak yürürlükte olduğunu dehşetle fark ederiz. Başı çeken Birleşik Krallık değil Amerika Birleşik Devletleridir. Gerisi 200 yıl önceki ile aşağı yukarı aynı biçimdedir. Savaştan savaşa sürükleniyoruz, tek savaşın veçheleridir.
Tek savaştan söz etmemiz abartma değil. Bugünlerde üçüncü savaşın emaresi olarak görülen çatışmaların ve cephelerin, sürmekte olan ve yüzyıllara yayılan tek bir savaşın devamı olduğu yönünde işaretler var. Savaşların ilki 1914’te patlak verdi, burada anlaşıyoruz. Ancak ne zaman bittiği konusunda kuşkularımız var. Bitmemiş de olabilir, dediğimiz budur.
“Kesintisiz savaş” teorilerinden birini Zafer Toprak’a borçluyuz. Birinci savaşı sona erdirdiğine inanılan Paris Barış Antlaşmalarında barışın sözde kalmış, galiplerin taraf olduğu Versailles, Saint-Germain, Neuilly, Trianon ve Sevr anlaşmaları ile barış değil, mağlup olmuş ülkeleri çökertip, varlıklarını yağmalamak amaçlanmıştır. Haliyle barış anlaşmaları aslında yeni bir savaşın fitilini ateşlemiştir, dediği budur. Bu antlaşmalar sonucunda Avrupa’da son derece “şoven, irredantist, rövanşist” rejimler oluşmuştur. Avrupa’da ortaya çıkan otoriter ve totaliter rejimlerin sorumlusu Paris Antlaşmalarıdır. Hitler’i iktidara taşıyan Versailles antlaşmasının ta kendisidir. Demek ki savaşlardan ikincisi birincisinin kesintisiz devamıdır. Bu durumda, aslında 1914’te başlayan ve 1945’te sona eren tek bir dünya savaşı söz konusudur. Zafer Hocamızdan özetledim.
Şimdi yeniden dönüp bakıyoruz, belki de 1945’te de biten bir şey yoktur. Sonuçta ikili bir karakter taşıyan bu tek ve uzun dünya savaşıyla, az çok, bir “statüko” oluşturulabilmişti. Ortadoğu yeniden paylaşılmış ve sosyalizmin varlığına rıza gösterilmişti, statükodan kasıt budur. Ancak ABD’nin Irak’ı işgali ile birinci savaşın, Sovyetlerin çözülüşü ile ikincisinin oluşturduğu statüko parçalandı. Ortadoğu’da ve Dünyada sınırlar ortadan kalktı. O sırada emperyalist kapitalizm dizginlerinden boşalmıştı. Dünyayı yeniden paylaşmak istediğini saklamıyordu. Tabii bunlar, savaşın devam ettiği anlamına geliyordu. Demek ki 1914’te başlayan ve halen devam eden uzun bir savaştayız.
Tabii, ikincisinden sonra savaş ısısını bir miktar kaybetmiş, soğumuştur. Artık savaş “soğuk savaş”tır ve soğuk savaşta az mermi çok ideoloji vardır. Esası ideolojik bombardımanla kalabalıkları karşı devrim yanında saf tutmaya ikna etmekten ibarettir. Biz şimdi sıcak savaşla soğuk savaşın tuhaf bir karışımının içindeyiz. Savaşın üçüncü safhasıdır.
***
Demek ki 200 küsur yıl sonra Türkiye ve İran’ın bu sınır savaşının hedefleri olmaya devam ettiğini söylemekte bir sakınca yoktur. İran tarihi ile Türkiye tarihini ayıran ender şeylerden biri petroldür. İran’da petrol vardır, modern tarihini bu şekillendirmiştir. Türkiye’de petrol yoktur, modern tarihini bu şekillendirdi. Gerisi ortak bir hikayedir. 1906’da İran’da, 1908’de Osmanlı’da Hürriyet ilan edildi; ikisinde de anayasa kavgası, inkılab-ı meşrutiyet, var. İnkılab-ı meşrutiyet, Rusya ve İngiltere’nin İran’ı aralarında paylaşma planının da açığa çıkmasına neden olmuştu. Plan İran’ı iki nüfuz bölgesine ayırıyordu. Ülkenin güneydoğusu İngiltere'nin, kuzeyi ve Azerbaycan Rusya'nın nüfuzuna bırakılacaktı. İranlılara, ortada, tarafsız bir bölge uygun görülmüştü. Ne kadar tanıdık değil mi? İran’ın Sevr’idir.
İran ve Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle izleyen Lenin’in yazdıklarına göre, Osmanlıdaki 1908 Devrimi, tıpkı İran’daki gibi emperyalist koalisyonun Türkiye’yi paylaşma planlarını da akamete uğratmıştı. Demek, İran’ı ve Türkiye’yi emperyalist saldırılara karşı ayakta tutan devrimleridir. Biri yıkılabilseydi, belki öbürü de yıkılabilirdi ama iki halk devrimine tutunmuş ve yıkılmamayı başarmıştır.
Sonrası da benzerdir. 1917’deki Bolşevik Devrimi’nin ardından Rusya sendeleyince fırsatı değerlendiren İngilizler İran’ın hemen hemen tamamını ele geçirdi. İran halkı 1920’li yılların eşiğinde, tıpkı Türk halkı gibi, işgalcilerinin baskısı altında eziliyor ve kurtuluş çareleri arıyordu.
Yıkılmayan yolunu bulur. Genç asker Rıza Han, ordu içindeki ileri unsurları örgütleyerek, 1921'de, küçük bir kuvvetle Tahran'ı ele geçirdi. Bu zaferinin ardından önce ordunun başına, sonra savaş bakanlığı koltuğuna oturdu. 1923'te başbakan oldu. 1925'te İngilizlerin teşvik etmesiyle darbe yaparak Kaçar Hanedanlığına son verdi. İktidara yerleşen Rıza Han’ın, tıpkı Mustafa Kemal gibi cumhuriyet kurmak niyetinde olduğu söyleniyordu. İngilizler ve tabii onlarla dirsek teması içindeki mollalar cumhuriyete karşıydı. Bu yolun kapalı olduğunu anlayan Rıza Han, cumhuriyet kurmak yerine kendini şah ilan etti. Farklarımızdan başka birisidir.
Taç giyen ve Şah olan Rıza Han, artık Rıza Şah Pehlevi’dir, 1928'de yabancı devletlerle imzalanmış tek yanlı anlaşma ve sözleşmeleri yürürlükten kaldırdı. Bankaları ve ulaşım sistemini millileştirdi. Okullar, yollar, hastaneler yaptırdı, üniversite kurdu. İran yolunu bulmuştu. Yeni şah, 1934’te, fırsat bulup Türkiye’nin yolunu tutu. Bu ziyareti aynı zamanda iki rejim arasındaki benzerliği simgelemekteydi. Milliyetçilik, modernleşme, laiklik ve tabii Batılılaşma iki ülkenin ortak özellikleriydi. Tabii bütün bunlar gerici kuvvetlerin, “ulemanın”, kabul edebileceği şeyler değildi. İran modernleşmesi, İran karşı devrim tarihinin de fitilini ateşlemişti. Aydınlık karanlığı doğuruyordu.
***
1979’daki İran karşı devriminden bir yıl sonra Türkiye’de generaller darbe yaptı. Cuntanın başı bir imamın oğlu olmakla övünüyor ve Kuran’dan ayetler okumayı pek seviyordu. Darbeyle birlikte din yeniden bir düzenleyici kurum olarak kamu yaşamına geri döndü. İran’daki dinci karşı devrimle paralel Türkiye’de de dinci bir program yürürlüğe konulmuştu. İran ve Türkiye aynı anda yeni bir yol tutturmuştu. Kadına açılan kapılar sesiz sedasız kapanıyordu. İran’a peçe, Türkiye’ye baş örtüsü geri dönmüştü. Rıza Han da Mustafa Kemal de yenilmiştir haliyle. Zaten girişimlerini bir son değil bir başlangıç saymak gerekir. Biliyoruz, devrimler yıkılsa bile yolunu bulur.
Bu iki coğrafya yine karşı karşıya. İki ülkenin egemenleri yıkılmaktan kurtulup yeni bir yol açmaya çalışıyorlar. Suriye’de çatışıyorlar, sınırlarını genişletmeye veya tutmaya çalışıyorlar. Ama unuttukları bir şey var; Suriye’nin sınırı değişiyorsa Türkiye’nin ve İran’ın da sınırı değişiyordur. Ve bu iki yüzyıldan biliyoruz, sınırları genişletmek isteyen sınırlarının daralmasına da hazır olmalıdır. Daha küçük bir Türkiye ve daha küçük bir İran küflenmiş emperyalist plana uygundur. Suriye sadece bir başlangıçtır!
Bölgedeki bütün sınırları o iki tek savaş çizdi. Savaş devam ediyor, sınırlar yeniden değişiyor. Herkes Suriye’ye bakıyor ama masada ameliyata yatırılanların Türkiye ve İran olduğunu biliyoruz. Hem İran Kaçar Hanedanlığına, Türkiye hasta adam Osmanlıya benzemişken küçülürler veya küçültürler; statüko yıkılmışsa, hepsi bir anlık zaafa bakar…
Sınırlar değişiyor, değişir. Mesele tek başına bu değildir. Mesele sınırların emperyalist planlara göre değişmesidir. Eksiği, bizim, ezilen halkların bir planı olmamasıdır. Biz ise savaşla değil birleşerek genişleyebiliriz ancak. Barış özgürlük ve eşitlikle gelebilir sadece. Devrimsiz ayakta kalamayız, tarihimiz bunu söylüyor.