Tanımımız çok basit: toprağın vatan olabilmesi mülkiyetinin halka ait olması şarttır. Bu durumda vatan için, sultanı, aristokrasiyi veya burjuvaziyi mülksüzleştirmek kaçınılmazdır.

Sınıfın eli

Ortaçağ toplumu bir din toplumuydu. Doğumdan ölüme, düğünden cenazeye kadar her şey dine göre şekillendiriliyordu. Haliyle bütün toplumsal mücadeleler de dinsel bir kabuk altında yapılıyordu. Köy cemaatine yön veren papazın arkasında toprak beyi vardı. Papazın kutsadığı aslında arkasındaki beyin iktidarı ve mülkiyet hakkıydı. Haliyle papaz da sömürücü üst sınıfın bir uzantısıydı. Devrimde, kiliselerin ahır yapılmasının arkasında işte bu sınıfsal ilişki vardır. Ayaklananların öfkesi papazın inancına değil, kendisineydi. Kilise feodal devleti kutsuyordu. Bu aslında feodal mülkiyet ve ayrıcalıkların kutsanması demekti. Feodalizm yıkılırken onunla birlikte kilise de yıkıldı, mallarına ve topraklarına yoksul halkın eli değdi. Sonuç itibariyle her devrim bir el koyma hareketidir ve içinde din olsa bile devrime eşlik eden savaş, her haliyle bir sınıf savaşıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nde hedeflerden biri Katolik Kilisesiydi. Feodal ayrıcalıklar en çok bu kuruma hizmet etmişti çünkü. Devrimde mallarına el koyuldu, din adamlarına verilen bütün ayrıcalıklar kaldırıldı. Bir daha başkaldırmasınlar diye dinin devlet ve günlük yaşam üzerindeki etkisi kırıldı. “Din özgürlüğü” Katoliklerin dini tekelini kırmak için ilan edilmişti. İsteyen istediğini inanabilecek, Katolikler buna karışamayacaktı. Ama tabii el koyanlar hep halk değildi. Devrimden önce güç kazanan burjuvazi marifetliydi, soyluların ve kilisenin el koyulan mallarının çoğu onların eline geçti, böylece ekonomik ve siyasi güçleri daha da arttı. Öyle veya böyle, devrim, devrimci sınıfın büyük el koyma hareketidir. 

İngiltere’deki devrime de büyük bir mülksüzleştirme hareketi de eşlik etti. 16. yüzyılda başlayan bir hareketle küçük toprak sahiplerinin toprakları ellerinden alındı ve ekilebilir büyük tarım arazileri otlaklara dönüştürüldü. Mülksüzleşme topraktaki kapitalistleşmenin, kira sözleşmelerinin ve rekabetin bir sonucuydu. Yünlü pamuklu dokuma çok karlıydı. Bunun için toprağın işlenmesine gerek yoktu, çitle çevirip hayvanları salmak yeterliydi. Köylülere ihtiyaç kalmamıştı. Çitle çevirme hareketi aynı zamanda yoksul köylülerin yaşadığı topraklardan kovulma hareketiydi. Kitleler halinde şehirlere göçtüler. Artık ellerinde emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri kalmamıştı. Bunu satmaya razı olmaları için sadece açlığın yönlendiriciliği gerekiyordu. 

Kapitalizm mutlak bir ahlaksızlık olarak tezahür etti. Feodal dönemde hırsızlık, dilencilik ve açlık toplumsal birer utanç kaynağıydı. Aç kalan bir tas çorbayı her şartta bulurdu. Oysa kapitalizm her şeyi alınır satılır hale getirmişti. Küçük köylülerin topraklarını zor yoluyla ele geçirmek bu sınıf için meşruydu. Ekonomik çıkar ahlaki kaygıya galebe çalmıştı. Bu ahlak emekçilerin sefaletini umursamıyor, kilise törenlerine, din adamlarının vaazlarına aldırmıyordu. Değerlerini sömürgelerin yağmalanmasını, sermaye birikimini ve ticareti esas alarak inşa etmişlerdi. Onların zorla topraklarından kopardığı köylülerin ise, din dahil, tutunacağı dal kalmamıştı.  Thomas More’un deyişiyle bu devrimle insanların koyunları yediği dönemden koyunların insanları yediği yeni bir döneme geçmiştik. Devrim, devrimci sınıfın el koyarak büyük bir yıkıma yol açması hareketidir. 

***

Koyunlar insanları yemeğe başladığında aydınlanırsınız. O nedenle dehşetli dönemler dehşetli fikirler yaratır, eskimiş inançlardan kurtulmanın biricik yoludur bu. Önce Aydınlanma ve sonra Büyük Fransız Devrimi ile büyük bir devrimci dalganın içinde bulduk kendimizi. Kant, teoride, tanrının kellesini uçurmuştu, ondan esinlenen Robespierre, pratikte, kralın kellesini uçuruyordu. Bunlar aslında bireysel kelleler olarak görülmekle birlikte, gerçekte eski rejimin kelleleriydi. Eski rejimin kelleleri düşünce, o başsızlıkta, cumhuriyet fikri doğdu. İnsanlık ailesinin en büyük, en devrimci icatlarından biridir.  Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ve Türk Devrimi, önce tanrının sonra kralın-çarın-sultanın kellelerini uçurarak yola koyuldu. Başsızların mülke ihtiyaçları yoktur. Öyleyse başsızlardan geride kalanlara el koymak muzaffer sınıfın hakkıdır. Demek, kelle uçurmanın Aydınlanma kitabında yeri var. 

Cumhuriyet başsızlığın sonucuysa, vatan da el koymanın bir ürünüdür. Kralın-çarın-sultanın mülküne halk el koyunca, mülk vatana dönüşür. 

***

“Vatan”, Namık Kemal’in 1872’de kaleme aldığı tiyatro oyunu. Oyun sahnelenince izleyenler galeyana geldi, sokağa çıkıp feryat ettiler, nümayiş yaptı. Sultanın tebaası o gün o salonda vatanla ilk defa karşılaşmıştı. Tabii sultan ürkmüştü, “Vatan” yazarını derdest edip Mağusa'ya sürdüler, Vatan’ı sansürlediler. O da sansürden kaçmak için “Vatan”a “Silistire”yi ekledi. Yetmedi tabii, yazarını sürgünde ölüme terk ettiler. İlk vatan kahramanımızdır.  

Tabii vatanın mümkün olması için padişahın mülküne el koymak gerekiyordu. Bu da kelle alıp kelle vermeden mümkün değildir. Büyük aydınımız Mithat Paşa, cüretli ve çalışkan olmakla birlikte, henüz, sultan kellesi uçurmayı hayal edemiyordu. Bunun bedelini kendi kellesini vererek ödedi. Bize de bedel ödetmiştir, tarihimizin en uzun istibdat dönemi onun almadığı kellelerin faturasıdır. 

Mithat, Namık Kemal ve Ziya Paşayı ekleyerek söylüyorum, Vatanı ve Hürriyeti bize onlar öğretti. Esası sultan düşürmesidir. Ne diyor ozan: “Nice sultanları tahtan indirdi, nicesinin gül benzini soldurdu, nicesini dönmez yola gönderdi. Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm.” İndirdiler, gül benizlerini soldurdular veya dönülmez yola gönderdiler ama kellelerini hep yerinde bırakmayı tercih ettiler. Tarihimizin trajedisidir. 

Abdülhamit, Namık Kemal’in vatan dediğini özel mülkü sayıyordu. Varsıldı, üzerine biraz dindardı. Camiye gitti, çıkışta borsanın yolunu tuttu. Servetini çoğaltarak geçirdiği uzun hükmünde tek derdi mülkünü elinde tutmaktı. Bunun için tehdit oluşturanlara zulmetti, yasakladı, kovaladı. Ama o şartlarda bile ömrü ancak 30 yıl hükmetmesine yetti. Kendisine gönderilen tehdit telgraflarından çok korkmuş, gül benzi sararıp solmuştu, haliyle kendiliğinden düştü. Enver, Talat ve Cemal Rumeli’den koşup geldi, düşüğü derdest edip Selanik’te bir köşke kapattılar. Meşrutiyet’in birincisinin icadı olan Vatan ve Hürriyet böylece hayat buldu. Anayasa raftan indi, meclis açıldı. Fakat ikinci kuşak aydınlarımız da Mithat Paşa ekolündendi. Hamit’i indirip Reşat’ı bindirdiler. Reşat, hükümsüz kellelerimizdendir ama nihayetinde kellesi vücudu üzerindedir. 

Görüldüğü gibi bizim tarihimiz de padişahın mülküne el koyma mücadelesinden ibarettir. Mülke el koymadan toprağı vatan yapamazsınız çünkü. Vatanın olgunlaşması, el koymada ne kadar cüretkâr olduğunuza bağlıdır.

Sultanlar vatandan, hürriyetten ve cumhuriyetten işte bu nedenle korkarlar. Sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimizi onlar mülkü bilirler. Vatan mülkse, devlet de mülktür. “Adalet mülkün temelidir” derken söyledikleri budur. Marks’ın cümleleriyle tekrarlayayım: Kral “devlet benim mülküm” derken aslında mülk sahibinin kral olduğunu söylemek istemektedir. Demek ki bir toprağı vatana dönüştürmek için onu mülk edinenlerin elinden alma şartı var. Alacaksınız ve mülksüzleştireceksiniz, toprağın vatana dönüşmesinin esası budur. 

***

Cumhuriyet, Vatan ve Hürriyet’in getirisidir. 1908’de hürriyeti ve vatanı bulmuştuk, gericiler 1909’da bulduklarımızı geri almak için ayaklandılar. Şeriat istiyorlardı. Şeriat, vatansızlık ve hürriyetsizlik halidir. 1910-1920 arasındaki uzun iç savaşta vatanı ve hürriyeti kaybettik. Kurtuluş Savaşı vatan için yolu yeniden aralamıştı. Sultana bakıyorduk. Ama sultan, kellesi uçmasın diye İngiliz gemisiyle sıvıştığından, bu vatanda bir sultanın olması artık anlamsız görünüyordu. Kaçmayıp kalsaydı cumhuriyet bu kadar hızlı gelir miydi, hâlâ bir sorudur. 

Sonra Cumhuriyet de düştü. Menderes kendisini yeni sultan ilan etmeye çok yaklaşmıştı. İkinci istibdattaydık. Tabii, bu tarihten biliyoruz, sultan varsa kelle alma hareketi de vardır. Devirdiler ve aldılar. Anayasayı yeniden ilan ettiler. Üçüncü meşrutiyetimizdir. 

Şimdi istibdatların üçüncüsündeyiz. Vatan yeniden mülk ilan edildi, hürriyet tepelendi, cumhuriyet imamların elinde defnedilmeyi bekliyor. Nevzuhur sultan “benim değil mi, kime ne” bile dedi tarihine bakmadan. Ama sultan varsa, dönülmez yola göndermek isteyenler de vardır; Aydınlanma tarihinde ve türkülerimizde yeri var.

***

Kapitalizm tarihin gördüğü en kapsamlı el koyma hareketidir. İşçilerin emek güçlerine el koyarak işe koyuldular, semirdiler. Tekelci aşamasında mutlak bir mülksüzleştirme ortaya çıktı. Bütün mülkiyet yeniden küçük bir zümrenin elinde toplandı, ortalıkta çıplak bir mülk ve çıplak bir devlet kaldı. Demek ki ezilenler artık vatansızdır. Tanımımız çok basit: toprağın vatan olabilmesi mülkiyetinin halka ait olması şarttır. Bu durumda vatan için, sultanı, aristokrasiyi veya burjuvaziyi mülksüzleştirmek kaçınılmazdır. Ellerinden alırız, onların mülkü bizim vatanımız olur.

TKP, iktidarının ilk haftasında, yapacaklarını açıkladı. Büyük inşaat şirketlerinin elindeki konutları ihtiyaç sahiplerine dağıtmak, tarikatlara ait yurt ve kursları kapatmak, yabancı askeri üslere el koymak; elektrik şirketlerini, madenleri, bankaları, limanları, otoyolları, havaalanı işletmelerini, petrol rafinerilerini, telekomünikasyon ve savunma sanayi kuruluşlarını devletleştirmek ilk haftanın işleri arasındadır. Ellerinde ne varsa alacağız, halkın olanı halka geri vereceğiz, dediği özetle budur. Bu, üzerinde yaşadığımız toprağı yeniden vatan yapma programıdır aynı zamanda. Pazar sabahına bunları not ederek uyanın. Sınıfın eli üzerinizde olsun!