Aynadaki aksını bir türlü beğenmeyen kendine düşman tüketici yurttaşı tüm içtenliğiyle kucaklıyor kapitalizm. Renklerin ve kimliklerin bir önemi yok, yeter ki para akmaya devam etsin...

Silikonlu dudaklar ve estetikli burunlar çağında ilgi manyaklığına bağımlı olmak

Kültürün ne olduğunu anlamak için kelimenin kökenine inmeyeceğim. Dilbiliminin puslu yollarından çıkıp, zaman makinesine atlayarak Roma’nın tozlu yollarında inşa ettiğimiz kültürün toplumlarımıza yaptıklarını anlamaya çalışacağım. Roma, neden modern orduların rüyası oldu? Mucizeyi yaratan şey neydi? Ve çöküşü getiren ve tekrar Avrupa’da kök salmasını sağlayan kültürün tohumlarını toprağa nasıl bıraktı? Cumhuriyet ve sonrasında gelen imparatorluk Avrupa’nın kültür dünyasını şekillendirdi. Bir toplumsal sistem yüzyıllar boyu yaşamını sürdürmek istiyorsa bunu sadece kılıçla, kanla ve zorbalıkla başaramaz...

Savaş tarihçilerine göre, ilkel kabilelerde ve sonrasında kurulan devletsi yapıların oluşturduğu silahlı organizasyonlarda görülmeyen bir şey vardı Roma’da. Zaman makinesinin marifetiyle seçtiğimiz bir 2023 model tüketici yurttaşı Pön savaşlarının tozu dumanına yuvarlayalım. Zavallı zaman yolcumuz, Romalılar tarafından estirilen terörü ve dizginsiz şiddeti gördüğünde dehşete kapılacak, gözleri yuvalarından fırlayacak ve zaman makinesine koşarak geldiği yüzyıla geri dönmek için gözyaşları içinde yalvaracak. Elbette bu kişi Scipio Africanus gibi bir psikopatsa bu manzarayı büyük bir keyifle izlemeyi tercih edecektir.

Kartacalılar, Roma ile olan mücadeleyi neden kaybetti? Savaş tarihçilerinin bu soruya çeşitli yanıtlar ürettiğini biliyoruz. Pek çoğu hatalı bir yaklaşımla kültürü bir kenara itmiş gibi görünüyor. Büyük Roma, Yunan ve Makedon kültüründen aldığı askeri gelenekleri geliştirmiş, bununla da yetinmemiş tarihte o güne dek kimsenin cesaret etmediği ölçüde savaşı bir varoluş meselesine dönüştürmüştür. Bu kültürel bir sıçrayıştır ve bu kültür insanlığa acı bir miras bırakmıştır. Scipio Africanus’un Kartaca’yı medenileştirme projesi, sokaktaki köpeği bile ikiye bölecek bir vahşet dalgası yaratmıştır. Barbarlar, kan banyosu yaptırılarak Romalılaştırılmaktadır.

Bir sarkaç gibi salınan zaman makinemiz, bizi Irak savaşının büyük medeniyet dalgasının ortasına bırakıveriyor. İnsanlık, Roma’dan bu yana muazzam bir şekilde gelişti ve daha karmaşık bir sistem inşa etmeyi başardı. Hatta kutlu imparator ve komutanlarının hayal dahi edemeyeceği silahlar icat etti. Romanın geniş bir coğrafyaya yayılımı ve yüzyıllar süren varlığını, yarattığı askeri kültüre borçlu olduğunu biliyoruz. İlkel atalarından vicdanı, törensel çekişmeleri miras almadıklarını ve tüm bu öldürmekten kaçınma edimlerini sonsuza dek gömdüklerini biliyoruz. Sınıfsal bir ihtiyacın karşılığıdır bu. Bir ödül olarak vaadedilen topraklara ulaşmak için sonsuz bir savaşma açlığı çekmişlerdir.

Tüm bu acı gerçekleri itiraf eden Avrupalı tarihçilerimiz yine de Roma’ya toz kondurmak istemiyor. Moğollar ve Timur’un hanedanlığı onları gölgede bırakacak bir kan banyosuyla yıkadı insanlığı deniyor. Batı söz konusu olduğunda barbarlık asla ona özgü olamaz. Barbarlık, Bozkır’ın atlı kabilelerine özgüdür. Savaşçı görünümü bakımından haksız, kültür bakımından haklı bir yorum gibi kabul edilebilir. Kültür yaratamamış, yazıyla bağ oluşturamamış ve toplumsal yaşamı hukuk kurallarıyla düzenleyemeyi başaramamış Türk kabileler konfederasyonlarının geleceğe fantastik yıkım ve savaş hikâyelerinden başka bir şey bırakmadıklarını düşmanlarının kaynaklarından okuyoruz. Kendi tarihlerini bile yazma ihtiyacı hissetmemişler. Benzer bir yaşam biçimi yağma ekonomisiyle ayakta kalan ve şiddetin kendisini bir ekonomik doğal gerekliliğe indirgeyen Vikinglerde görüyoruz. Peki, yasalar hazırlayan ve geleceğin kültürüne geri dönüşü olmayacak bir biçimde etki eden Roma yıkılmadı mı? Yıkıldı ama ardında bıraktığı kültür, Osmanlı hanedanlığının dahi sahiplenmek istediği unvanlar bıraktı.

Savaş tarihçilerinin bakış açısıyla son bir adım daha atalım. Roma, önce kültürel olarak çökmüş gibi görünüyor. Germenlerin Roma ordusu içinde kendi dilinde attıkları savaş naraları, koca imparatorluğun çöktüğünü muştuluyordu. Romalılaştırma projesi çöktüğünde aslında ortada çoktan bir Roma kalmamıştı. Şimdi, zaman makinesini bugüne ayarlayabiliriz...

Demek ki kültürü üretmekte ve toplumlara kabul ettirmekte zorlanan bir sistem artık çökmek üzeredir. Bugün, böyle bir şeyle karşı karşıya mıyız? Büyük güçlerin karşı karşıya geldiği çatışma ve hegemonya kavgasında kültürel bir kırılmanın eşiğinde miyiz? Maalesef buna dönük hiçbir işaret görünmüyor. İngilizce, mevcut evrensellik konumunu sürdürmeye devam ediyor ve savaşıyor gibi görünen tarafların aslında en kritik konu olan kültürle ilişkilenmediği, bu kültüre kafa tutmadığı görülüyor. Aksine kapitalist yarışmacı kültür, tüm toplumlara bir hastalık gibi yayılmaya devam ediyor. Benzer ekonomik sisteme sahip ama çeşitli paylaşım kavgaları nedeniyle karşı karşıya gelen ülkelerin kapitalist Amerikan kültürüyle (kültür endüstrisiyle) kavga etmek gibi bir niyetleri yok. Kimse kendi varlığının sigortası olan hasta insanla ve onun hastalık yayan kültürüyle uğraşmak istemiyor. Para kasalarının dolmaya devam etmesi için bireyin hastalıklı halinin devam etmesi gerekiyor. Kimse tüketici yurttaşı yıkma cüretini aklının ucundan bile geçirmiyor. Hamburger yemeye, tweetler göndermeye, tiktok videosu çekmeye ve binlerce beğenin peşinde şizofrenik bir toplumsal iklimde kıvranmaya devam etmemiz isteniyor. Tarihin kanlı sayfalarından, psikolojinin karanlık dehlizlerine sürükleniyoruz... 

Herbert Marcuse, toplumları iletişim bilimleri ve psikoloji çerçevesinde çok iyi bir biçimde analiz ediyor. Frankfurt Okulu ile ilgili tartışmaları ve Marcuse hakkındaki karanlık yönleri şimdilik bir kenara bırakalım. Buradaki tartışmalar özellikle bu alanda çalışan insanların zihninde büyük bir yük bırakıyor ve bu ideolojik cepheleşme öğrenme sürecini yaralıyor. Herbert Marcuse, ileri endüstri toplumlarını incelediği ‘The One-dimensional Man’ (Tek Boyutlu İnsan) adlı eserinde günümüz toplumlarının nasıl bir kültürel zorbalık altında yaşadığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Bu toplumlarda ‘özgür irade/tercihten’ söz etmek kapitalist toplumun kültürel meşruiyetine destek sağlamaktan başka bir şey değildir. Dev iletişim araçlarıyla artık anlık olarak manipülasyona açık hale gelen zihinlerin, iğfal edilmediği tek bir an yok gibidir. Bu iletişim bombardımanı kendisini tüm bu kültürel iklimden çıkarmayı başarmış ve bir biçimde ‘muhalif’ kültüre geçebilmiş insanlar için de delirticidir. Hatta onlar için daha büyük bir tehlike söz konusudur. Toplumsal kültürle uyumsuzluk peşinden pek çok psikolojik yük getirir.

Gelelim meselenin sığlık boyutuna. İletişim fakültesinde yer aldığım dönemde sık bir biçimde duyduğum en saçma argümanlardan birisi şuydu: “Özgür irade diye bir şey yok diyorsun ama sen nasıl böyle düşünmeyi başarabildin?” Özetle, sen nasıl tüm bu kitle iletişim araçlarının ve kültür fırtınasının dışında kalabildin deniyor. Ne kadar kalabildiğimi ben de sık sık soruyorum kendime. Bazen kaçabildiğimi söyleyemem. Hiç ihtiyacım olmayan bir şeyi satın alırken yakalıyorum kendimi. İnsan, toplumdan kaçamaz. Ayrıca koca bir kültür endüstrisi tartışması, sen nasıl oldun da kendini sıyırdın sığlığına indirgenemez. Ana akım Amerikancı iletişim modeline iman etmişlerin uydurduğu bir sığlık bu.

Damardan şırıngayla mı bu bilgileri alıyoruz, yoksa sihirli mermiyle mi vuruluyoruz? Sürekli bilimi kutsayan ve herkese korkunç bir tarafsızlık (aslında bu kapitalizmden yana bir taraflılık çağrısıdır) dayatan akademinin sömürü ilişkilerinin devamı için ‘özgür irade’ sorgulamasından kaçınması gerekir. ‘Bireyler özgür iradeleriyle tercihte bulunurlar ve başlarına bir şey gelirse bunun sorumluluğunu sistemde değil kendilerinde aramalıdırlar’. Bu yüzden iradeye ilişkin sarsıcı söylemler bilimsel olmayan hurafelerdir. Sonuçta herkes televizyondan eşit derecede etkilenmez, öyle değil mi? Sanki günümüzde tek kitle iletişim aracı televizyonmuş gibi. 

Sick of Myself, Norveç ve İsveç yapımı bir film. Filmin adı Türkçe’ye İlgi Manyağı olarak çevrilmiş. Filmin başkarakteri Signe adeta yüzümüze tutulmuş bir ayna gibi. Yaşadığımız ve kişisel çıkarlarımız uğruna yalnızlaştığımız bu toplumda yaratılan kültür eliyle nasıl hasta edildiğimizin açık bir örneği. Zaten bireyin önünde iki yol var gibi görünüyor. Ya çıkışı devrimci bir yolda aramak ya da kültürün getirdiği huzursuzluklarla baş etmeye çalışmak. Filmi merak edebilecek okurları düşünerek filmin içeriğine dair uzun boylu bir şeyler yazmayacağım. Sadece Signe’nin bir sahnede ‘özgür iradeye sahip olmadığı’ itirafını seyirciye karşı açık açık yapabilmesine odaklanacağım. Filmi izlemeye başladığım andan itibaren Marcuse’un teorik bakış açısının bıraktığı izleri takip etmenin önemini bir kez daha anladım. Özgür irade/seçim tartışmasında anlaşılmayan nokta şu: Toplumun elinden örgüt denen silah alındığında birey kendisine boca edilen kültür karşısında tamamen savunmasız kalıyor. Burada anlatılan Amerika ve Avrupa toplumlarıdır. Evet, örgütlerin tamamen silikleştiği ya da kapitalist liberal kültürle uzlaştığı bir toplumsal iklimde birey özgür iradeyi nerede bulacak? Maalesef bu konular bu şekilde tartışılmıyor. Tartışmaları saçma sapan bir kelime üzerine indirgemek ya da odaklamak günümüz toplumlarının bir hastalığı. Toplumsal iletişime dönük olarak geliştirilen her araç, bu hastalıklı kültürün yayılımına hizmet ediyor. Facebook, Twitter vb. Demek ki çeviri eserleri değerlendirirken yazarın bulunduğu toplumun yerel mücadele başlıkları gözardı ediliyor. Toplumların Amerikan kültürü potasında eritilmesi çabaları, coğrafya algısının tamamen ortadan kalkmasına neden oluyor. Afganistan, Pakistan, Irak ve Libya gibi savaşla darmadağın edilen ülkelere baktığımızda dünya adım adım kültürel bir felakete doğru sürükleniyor gibi görünüyor.

Filmin perspektifinden devam edecek olursak, koca koca markalar bir eşitlik furyası başlattı. Irk, cinsiyet ve kıyafet üzerinden tanımlanan bir din özgürlüğü. Liberalizm, estirdiği özgürlük ve eşitlik fırtınasında yine paranın peşindeydi. Siyah, kilolu ve Asyalı mankenler kalıpları yıkmaya hazırdı. Koca koca markalar medyadaki güzellik ve cinsiyet algısına karşı savaş açmıştı. LGBTİ bireyler temsil edilecek, zayıflık bir altın oran ölçüsü olarak kadınlara dayatılmaktan vazgeçilecekti. Kapitalizmin anlamsız özgürlük vaatleri furyası bu fırtınayla başlamış oluyordu. Oysa sistem temelde kurduğu eşitsizlikler sayesinde, bağımlı bir ilişki yaratarak çeşitli sektörlerdeki sınırsız tüketim akışına ihtiyaç duyuyordu. Bağımlı ilişki, kapitalizmde en çok tercih edilen ilişki biçimidir ve bireyin köleleştirilme sürecidir. Bir kez plastik cerrahın eline güzelleşmek umuduyla yatan biri, bir daha o masadan kalkamıyordu. Önce burun, sonra göğüsler, kalçalar ve elmacık kemiklerine doğru uzanan mucizevi bir yol. Kutsal sağlık hizmetlerimiz artık o kadar da kutsal değil. Çünkü piyasa tanrısının avuçlarının arasında buharlaşmaya devam ediyor. United Colors Of Benetton şirketinin tüm halkla ilişkiler ürünü sanat eseri posterlerine rağmen kapitalizm eşitsizlikler üretmeye devam ediyor.

Tüm bu eşitlik çağrıları üretim biçimimizle ve onun ürettiği kültürle doğrudan uyum sağlamıyor. Bu yüzden tamamı tüketim ilişkileriyle ve bu kültürün yaygınlaştırılmasıyla ilişkilendiriliyor. Kültüre uyum sağlamakta zorlanıyor musun? Kendini toplumun dışında bir insan olarak mı hissediyorsun? Üzülme! Senin için tasarladığımız ürünlerle radikal mesajlarını üzerinde taşıyabilirsin. İnsan bedeninin bir göstergeye hatta bir gösteriye dönüştüğü bir ortamda akıl sağlığından söz etmek safdillik gibi görünüyor. Türkiye’deki televizyonları açtığımda medyanın alışkanlıklarını bırakmadığını görüyorum. Kanallar değişiyor ama sanki estetikli yüzler hiç değişmiyor. Diziler, haber bültenleri hep o manyak altın oranı yansıtıyor. Sözde muhaliflere kaçarken, doluya tutuluyor zavallı insan! Hedefte sadece kadınların olduğunu düşünmek aptallık. Erkeklerde bu kozmetik-estetik çağrının muhatabı ve artık pek çoğu bu çağrıya celp ediyor. Cinsiyetçi düşünen bir adam mısın? Hayır, değilim. Neden öyleyse makyaj yapmıyorsun? Politik doğruculuk ve kimlik siyasetinin cinsiyetçi eşitlik terörizminin ardından bağımlı tüketim kültürünün renklerle bezeli havuzuna bırakıyorum bedenimi.

Şirketler tek bir cinsiyet grubuna hitap etmekten nefret eder. Toplumun tamamına ürün satmak varken neden yarısıyla ilgileneyim ki? Bu çabaların en meşhuru SİGARADIR. Feministler ve kadınların özgürlüğü için savaştığını iddia edenler, bu meşhur pazarlama hikâyesinden gerekli dersi gerçekten çıkarabildiler mi? Gelinen noktaya ve yaratılan yeni toplumsal iletişim rüzgarına baktığımda kimsenin hiçbir şeyden ders almadığı açıkça görülüyor. Sigara firmaları ürünün eril kimliğinden çok rahatsızdı ve kâr oranlarını yükseltmek istiyorlardı. Bunun tek bir yolu vardı, kadınların sigarayla özgürleştirilmesi. Hemen mucize çocuk Edward Bernays göreve çağırıldı ve vakit kaybetmeden işe koyuldu. Erkeklere özgü bir sembole dönüşen sigarayı, manipüle ettiği bir kadın eyleminde özgürlük meşalesine dönüştürüverdi. Penisle ilişkilendirilen ve psikolojik yönleriyle de incelenen sigara, milyonlarca kadına göz göre göre ölme özgürlüğü verdi. Kadın hakları için savaşan üstün zekalı pek çok insan bu özgürlük meşalesine sıkı sıkıya sarıldı. Demek ki manipüle edilmenin kadını ya da erkeği yok. Milyonlarca kadının yaşamı özgürlük meşalesiyle ve tatlı bir özgürlük şarkısıyla yok edildi. Şimdi, sigara firmaları yeni meşalelerini elektronik sigaralarda bulmuş gibi görünüyor.

Demek ki karşı kültürü yaratmak istiyorsak, bize karşı kullanılan bir kavramı ‘terörü’ harekete geçirmek zorundayız. Kafamızda olumsuz anlamlar çağrıştıran ve Fransız devriminin jakoben zorbalığıyla ilişkilendirilen bu kavramın bize öğretilenin aksine tamamen olumsuz bir anlamı yok. Her gün kapitalizmin geleceği uğruna üzerimizde uygulanan bir şeyi karşı amaçlar uğruna kullanmaktan bahsediyorum. Hukuk felsefesi ne güzel öyle değil mi? İktidar yapınca meşru, karşıtları yapınca büyük günah. Sigara içen dostlarımıza karşı amansız bir terör uygulamalıyız. Tıpkı tüketimci ve sözde çok eşitlikçi reklam kampanyaları gibi. Böylece özgürlük meşalelerini her yaktıklarında neyle karşı karşıya olduklarını iyice bir düşünürler. 
Kuramsal ardalana dair son bir not daha bırakmamız gerekiyor. Hayattaki tüm işi, iletişim bilimleri olan birisi sadece Marksist alanı gözlemlemekle yetinemez. Ayrıca sadece buraya bakmak büyük bir körlük yaratır. Çünkü, devletin ve kurumların sahipleri kapitalist toplumları yıkmak üzerine teori inşa edenler değildir. Bu yüzden İlgi Manyağı filmini yorumlamak için teknolojik determinizmin izlerini, Toronto okulunu ve Marshall McLuhan’ı takip etmemiz gerekmekte. Onların teorileri çürüdü; McLuhan’ın teknolojisi bizlere sonsuz bir mutluluk getirmedi, bu yüzden incelemenin hiçbir anlamı yok gibi garip duygulara kapılanların derhal alanı terk etmesi isabetli olacaktır. Bir vesileyle üzerinde son zamanlarda çalıştığım iletişim tarihinin geçmişle bağlarını Toronto okulu sayesinde daha net bir biçimde görebiliyorum. Roma, kültürünü sadece kılıçla ve mızrakla yaymadı. Binlerce kilometreyi bulan düzenli yolları, Roma’nın iletişim ağlarıydı. Amerika, kurduğu internet ağlarıyla tıpkı Roma’nın yolları gibi zihinlerimize uzanan yollar açtı. Kültür bu yollar sayesinde bize ulaşıyor... Böylece güzelleşme ve tüketim çağının masum, özgür iradeli gönüllüleriymiş gibi görünen kurbanlarına dönüşüyoruz.

Güzelleşme çağının kurbanı yine toplumun en zayıf diye nitelendirilebilen gruplarında filiz veriyor. Gençler ve kadınlar. Burnunu, kaşını ve aynadaki aksını bir türlü beğenmeyen kendine düşman tüketici yurttaşı tüm içtenliğiyle kucaklıyor kapitalizm. Renklerin ve kimliklerin bir önemi yok, yeter ki para akmaya devam etsin! İşte İlgi Manyağı filmindeki Signe ve Thomas'ın hastalıklı ilişkilerinin temelinde yarışmacı/rekabetçi toplumun açtığı yaralar olduğunu rahatlıkla görüyoruz. O yaralar, Roma’nın Kartaca’da yarattığı kan havuzuna çok benziyor. Ve biz beğensekte beğenmesekte Herbert Marcuse, ‘Eros and Civilization: A Philosophical Inquiry Into Freud’ (Eros Ve Uygarlık/ Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme) gibi temel eserlerinde delirmiş bir toplumsal düzenin iç yüzünü anlatmaya devam ediyor...