Bütün bunlar büyük halk yığınlarını ezip geçen sömürüyle muazzam bir yoksullaşmanın hüküm sürdüğü, “vahşi” sözcüğünün hiç abartısız uygun düşeceği bir sınıflı toplumda yaşanmaktadır.

Silah ve öfke

Bir film adına benzedi biraz. Böyle film adları vardır; hatta tıpatıp aynı olanlar, değilse, belki küçük bir farkla, örneğin, “silahlı ve öfkeli” diye kayda geçenler. Özellikle, Hollywood’un “western” denilen türünde ya da onun İtalyanların uydurduğu “spagetti western” olarak bilinenlerinde. Bu ikinci kategoriye sokulanların bazılarının, ilkindekilerin çoğuna göre daha az ahmakça, daha seyredilebilir olduklarını söylemekse, ne sinema sanatını ne de o türü küçümsemek anlamına gelir.

Yazının girişindeki göndermeye fazla takılmayıp kendisine gelirsek, silah ile öfkenin ayrı ayrı ortaya çıkışı pek ürkütücü sayılmaz. 

Silah, en genel anlamıyla, olmazsa olmaz bir nitelik taşır. Şu bakımdan: Silah yoksa, herhangi bir amaca ulaşmak için gerekli işe yarar araçlar elde ya da kullanılabilir durumda değilse, o amacın gerçekleştirilmesi mümkün olmayacak ya da, pek iyimser bir olasılıkla, mutlu rastlantılara bağlı kalacak demektir.

Aşağı yukarı benzer biçimde, öfke yoksa, ne kadar hazır bulundurulsa da eldeki silahlar, daha genel bir söyleyişle, kullanılabilir araçlar, harekete geçirilemez, onları işlevli kılacak bir irade ortaya çıkmaz. Bununla silahları ateşleyecek, tetiği çekecek olan öfkedir, demiş oluyoruz. Bunu her zaman geçerli bir kural düzeyine yükseltmek doğru görünmese bile, genellikle böyle olduğu ileri sürülebilir.

Dolayısıyla, silah ile öfke ayrı yerlerde duruyorsa, şöyle de söylenebilir, silahlı olanla öfkeli olan farklıysa, silahı olan öfkeli değilse ya da öfkeli olanda silah yoksa sulh ve sükûn, barış ile sessizlik bozulmayacak demektir.

Buna karşılık, silah ile öfkenin, ilki çok büyük ölçüde sömürücü sınıflar ile onları koruyup kollayanların kullanımında; ikincisininse onların yanı sıra sömürü, yoksulluk ve baskı altında ezilenlerin de eklenmesiyle hemen hemen herkeste olduğu görülebiliyor. Bu saptama doğruysa, genellikle, barış ile sessizliği tehdit eden iki koşulun birbirine yakınında olduğunu öne sürmek abartma olmaz. Demek, Çehov’un oyunları için sözü edilen bir özellik akla getirilebilir: Eğer sahnede duvara asılı bir tüfek varsa, oyun sona ermeden mutlaka patlayacak demektir.

Silahlanmanın bütün farklı biçimleri yaygınlaşarak varlığını sürdürüyor.

Bireysel silahlanma hiçbir dönemde ciddi olarak önlenmeye çalışılmamıştır. Abartılarak söylenirse, ABD Anayasası’na 1791’in sonlarında eklenenlerden biri olan “ikinci değişiklik” (second amendment)  benzeri bir madde her anayasaya yazılmıştır sanki. Bugün de varlığını koruyan 10 değişiklikten biri olan bu madde, halkın “silah bulundurma ve taşıma hakkının  engellenemeyeceğini” hükme bağlamıştır. 

Öte yandan, bizde bunun tam tersi denebilecek bir silah toplama uygulamasından söz edildiğini hatırlarım. 12 Eylül’ün tam olarak adı böyle konmamış silahsızlandırma kampanyasının çok hızlı bir kesitinde, jandarma subayları ve astsubaylarının dolaştıkları köylerde muhtarları toplayıp “Haftaya yine geleceğiz. O zaman şu kadar silahı hazır edin.” dedikleri, zavallı muhtarların “Etme, eyleme kumandanım, bizde o kadar silah ne arasın!” yollu yakınmalarına hiç aldırmadıkları, bunun üzerine çaresiz kalan muhtarların başka köylerden silah bulmak, hatta satın almak peşine düştükleri söylentisi çıkmıştı. Bu söylentide,  tebliğ edilen “silah teslim kotası”nın hangi ölçütlere bağlı olarak belirlendiği ise pek anlaşılmıyordu; ihtimal, halkla doğrudan temas halindeki kumandanların ferasetine bırakılmıştı.

Bir başka silahlanma kategorisi, paramiliter örgütlenmelerin yaptıklarıdır. Bunların illegal ya da yarı legal, dahası düpedüz legalleştirilmiş biçimlerde sürdürüldüklerini gösterir işaretler, kurulu düzenin çeşitli mekanizmaları ile bağlantılarını açık edenlerle birlikte, zaman zaman medya organlarına kadar yansıyabilmektedir.

Bunların dışında, son zamanlarda sayıları çok artan özel güvenlik görevlileri ile bekçileri de içine katarak, güvenlik güçlerinin silahlarının çoğaltılması ve modernleştirilmesi uygulamalarının altını çizmek gerekir.

Kısacası, ülkedeki yasal ve yasadışı yollarla silahlanma süreçlerinin yoğunlaşıp çeşitlendiği görülüyor. Ancak, buraya kadar sözü edilenlerin, hiç değilse bir ölçüde sayılara dökülmesi gerekmez mi? Bu soru yersiz değil elbette. Ama, ülkemizin belki de tarihinin en yetersiz, daha da kötüsü, en güvenilmez sayıları ile yüz yüze olduğu, onlarla boğuşmak zorunda bırakıldığı dönemini yaşıyoruz. Hemen her alanda, her konuda, herkese açık olması gereken sayısal verilerin ya gizlenmesiyle, ya eksik bırakılmasıyla, ya güvenilmez oluşuyla ya da bunların hepsiyle birden karşı karşıya bulunuyoruz. Bu durumda sayıların ardına düşerek bir yığın vakit kaybettikten sonra elimizin boş kalmasına razı olmaktansa, kişilerin, grupların, örgütlerin gözlemlerine, bir bakıma biriken yaşantılarımıza dayanarak birtakım sonuçlara varmakla yetiniyoruz.

Benzer bir durum, baştan beri silah ile bir araya gelince tehlikeli olduğuna değindiğimiz öfke ve onun göstergeleri konusunda da geçerli. Bir kez, öfkenin göstergelerini ortaya koyabilmek için özel yaklaşımlar ve bunlara dayalı araştırmalar yapmak gerekir. İkincisi, bunların yürütülmesi çeşitli biçimlerde engellenir. Üçüncüsü, bunları yapması beklenebilecek kamusal örgütlerin ne böyle bir niyetleri ne de kapasiteleri vardır. Öyleyse, bu konularda söz söylemek isteyenlere,  kendi türettikleri, güvenilirlikleri yine ortak gözlemler ile yaşantılara dayanan saptamalara ulaşmaktan başka yol kalmamaktadır.

Örneğin, değişik biçimlerde sınıflandırılmış suçlardaki artışa ve çeşitlenmeye bakılabilir. Böyle yapıldığında bireysel suçlar denebilecek bir kategorideki artışlar yeterli açıklıkta görülebilir. Benim “örgütlü” sözcüğünün temizliğine zarar vermemek kaygısıyla örgütlü suçlar yerine bir biçimde önceden örgütlendirilmiş suçlar demeyi tercih ettiğim kategoride de fark edilir artışların varlığı ortadadır. Aşiretler, aileler, siyasal ve siyasal olmayan arkadaş grupları toplaşıp hastaneleri, toplantıları, düğünleri basabilmektedirler.

“Mafyatik” yakıştırması yapılabilecek ya da Türkiye kapitalizminin, sadece bizdekinin değil birçok coğrafyadakinin de hiç bitmeyen ilkel sermaye birikimi çağlarından çıkagelmiş izlenimi veren çeteleşmelerini, onların kimi zaman sahte kimi zaman vahşet derecesine varan öfkelerini de ekleyebiliriz.

Bütün bunlar büyük halk yığınlarını ezip geçen sömürüyle muazzam bir yoksullaşmanın hüküm sürdüğü, “vahşi” sözcüğünün hiç abartısız uygun düşeceği bir sınıflı toplumda yaşanmaktadır. Orada emekçi insanlar, her türlü zorbalığın, kişiliksizleştirmenin, çürümenin boğucu etkisi altında, kendi deyişleriyle “insanlıktan çıktıkları” bir hayata mahkûm olmaktadırlar. En kötüsü de şu berbat dünyayı değiştirmekte geciktikçe, gecikmenin bedeli ağırlaşmaktadır.