"İnsanlığın iyicil kollektif sembolleri üzerinde ter ter tepiniliyorken, biz hassas ruhlar için mutluluk mümkün mü?"

Şeyler ya da Arzuyu Kaybetmek

“Anlaşılmaz ve anlık olanın ateşi tüm fikirleri tüketiyor.” diye yazısına başlıyor Erique Ubieta Gomez, Cubasí’de Paris Olimpiyatları ile ilgili yayımlanan yazısında. “Bugün, şu anda yaşadığımız yakıcı olay ve gündemlerin…” diye devam ediyor yazı. Dönüp dönüp okuyorum. Arkadaşlarıma gönderiyor, çok tartışılan olimpiyat açılışını bir de bu bakışla okumalarını salık veriyorum. Özgürlük üzerine saptamaları belki hep dediğimiz gibi ancak cümleler, söyleyiş biçimi, sözcüklerin yan yana gelişindeki incelik sapasağlam, iyi, devrimci ve dünya tatlısı bir insanla karşılaşmanın sevincini ve şaşkınlığın verdiği afallamayı taşıyor kalbime. O gün, o anda, okuduğum yazı içimi arzu, yaşam sevinci ve hayranlık ile dolduruyor. Öteden, çok uzaktan, başka bir yerden, başka bir kültürden Kübalı Enrique Ubieta artık çok yakın. 

Olimpiyat açılış törenine dair çok şey söylendi, farklı kesimlerden pek çok görüş dillendirildi. Nihayetinde “bizim taraf” özgürlükçü vodvilin heyecanı ile karnavala benzer katarsis büyüsü yaşadı ve büyük oranda sempati ve heyecanla bu tartışmalara dâhil oldu. Özgürlük ve “öteki”ni içerme üzerine; her şeyi, her olayı, her olguyu ağırlıksız bir şekilde bağlamından koparıp havada baş aşağı bırakıveren bu “yaratıcı” enerji karşısında afallayanlar da ezberi bozulanlar da olmuştur elbet… Fakat tartıştırdığı, saflaştırdığı, iz bıraktığı doğrudur. Özgürlük, şeyler ve semboller ise yönüne döndürülmeli, postmodern uçuşmaların pembe rüyalarına kurban edilmemeli derim.

İşte tam da bunu yazıyor Erique Ubieta Gomez:

“Çeşitliliğe ve özgürlüğe saygı ise bunun çok daha ötesindedir: Filistinlilerin toprakları, Venezuelalıların petrolleri üzerindeki egemenlik hakkını, halkların bireysel ve kolektif olarak saygı görme hakkını; herkesin yaşam, sağlık, spor, bilgi, sosyal ve kişisel refaha erişme hakkını içerir.”

Evet, evet, özgürlük parıltılı, albenili bir metafor… 

Eşitliksiz özgürlük ise bir tür züppelik…

Bir gün lazım olur düşüncesi ile elinden bir türlü çıkaramadığı, geçmişten bugüne insanlık tarihinin aydınlık kesitlerinin içini samanla dolduran ve zulasına istifleyen bir kapitalist sistem var karşımızda. Kesip biçiyor, eğip büküyor, kırıp döküyor ve kâğıttan kuşlar olarak “değerlimizin” değişim değerini parlatarak pazara salıyor. Vaat ettiklerini yerine getiremedikçe kapitalizm işte bu ters yüze, bu vodvile, bu kötücül karnavala şerh düşüp eğlence özgürlüğümüzü de elimizden alıyor. İtirazım var.

Ve çok sıkıcı…

Çok banal, çok pespaye…

Arzularımızı göz göre göre çalıyor. Bizleri yalnızlaştıran, odaksızlaştırıp bencilleşiren, küstüren, hareketsizleştiren, kıran, güvensizleştiren, ezen bir değirmen gibi habire öğütüyor. Goethe’ye atıfla  “Dünyayı hassas kalpler için bir cehenneme çeviriyor.” Yuvamız, gezegenimiz, mavimiz, Dünya’mız artık bir yangın yeri. 

Bir daha soralım

Kapitalist sistem vaat ettiklerini yerine getiriyor mu? 

İnsanlığın iyicil kollektif sembolleri üzerinde ter ter tepiniliyorken, biz hassas ruhlar için mutluluk mümkün mü? 

Bir kocaman parantez açayım yazının sonunda ve yazıyı bitirmeden. Bu yazı şikâyet etme yazısı olmayacaktı. Hatta Alexantra Kollantai’ın “İşçi Arıların Aşkı”ndan,  Allain de Botton’un “Ateistler için Din”inden,  Irmak Zileli’nin “Eşik” romanından söz edecekti. Ağlama duvarında göz yaşlarına ve öfkeye boğulmak yerine okumanın, düşünmenin, çoğalmanın yollarını ve mümkünlüğünü araştıracak, aşktan girip geçmişten ve gelecekten çıkarak Sovyetler Birliği’ne uğrayıp sörf yapacaktı. 

Heyhat araya zaman girince, çocuklar salondan hadi film izlemeyecek miydik diye bağırınca…

Peki, ne yapacağız o zaman?