Devlet ve tepesi, Ayasofya’nın ibadete açılmasının verdiği tatlı telaştan olsa gerek, bu sene Lozan’ın yıldönümünde açıklama yapmayı unuttu. Hoş, açıklama yapıldığında da zaten ne denileceğine karar verilemiyor ve bazen “Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalışıyorlar”, bazen de “ülkemizin bağımsızlık belgesi” cümleleri sarf ediliyordu ama dediğim gibi, Lozan bu sene sessizce geçiştirildi.   

Sevr, Lozan, yeni-Osmanlı

Devlet ve tepesi, Ayasofya’nın ibadete açılmasının verdiği tatlı telaştan olsa gerek, bu sene Lozan’ın yıldönümünde açıklama yapmayı unuttu. Hoş, açıklama yapıldığında da zaten ne denileceğine karar verilemiyor ve bazen “Lozan’ı bize zafer diye yutturmaya çalışıyorlar”, bazen de “ülkemizin bağımsızlık belgesi” cümleleri sarf ediliyordu ama dediğim gibi, Lozan bu sene sessizce geçiştirildi.   

Sevr ise yıldönümünde değilse de 5 gün sonra akla geldi ve Erdoğan 15 Ağustos’ta Rize’deki toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada, daha önce birkaç kez daha söylediği şeyi tekrar ederek şöyle dedi:  “Bir asır önce vatanımızı parçalamayı hedefleyen Sevr'i nasıl yırtıp atmışsak, bugün de Mavi Vatan'ı aynı kararlılıkla koruyacağız."

Sevr ve Lozan Türkiye İslamcılığının tarih anlatısında son derece önemli bir yer tutar. Buna göre Osmanlı’nın Sevr’i kabul ettiği bir yalandır, çünkü Vahdettin Sevr’i imzalamamış, “imzalayacağım” diyerek düşmanı oyalamıştır. Kemalist tarih yazımı ise Sevr konusunda Osmanlı’ya ve Vahdettin’e iftira atmaktadır. 

Lozan’a gelince, Lozan İslamcılar açısından bir teslimiyet anlaşmasıdır, bir hezimettir, batılı devletler işbirlikçileri aracılığıyla ve Lozan sayesinde Osmanlı’yı parçalama planlarını başarıyla neticelendirmişlerdir. İslamcı mitolojide Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna, bu maddelerle Türkiye’nin egemenlik haklarının batılı güçlere bırakıldığına, anlaşmanın 2023 yılında geçersiz hale geleceğine vs. inanılır. 

Sevr’e ve Lozan’a dair bu bütünüyle bilim ve akıl dışı bakış Türkiye İslamcılığının Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e bakışıyla ilgilidir. Osmanlı’ya ve saltanata toz kondurmayan İslamcılar Vahdettin’i Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemek için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen, dolayısıyla Milli Mücadele’yi başlatan kişi olarak görürler. Mustafa Kemal ve kurucu kadro ise Osmanlı’ya ihanet ederek Batıcı, laik, seküler bir ülke kuran hainler olarak görülür. 

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsünün “bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı” açıklamasındaki hikâyenin en önemli yeri Cumhuriyet’tir. Türkiye İslamcılığı ise Osmanlı’nın yıkılışı ve yerine Cumhuriyet’in kuruluşunun travmasıyla yaşamakta, Lozan’ı da bu kuruluşun en önemli ayaklarından biri olarak görmekte ve rövanş alma adına sürekli hedef tahtasına yerleştirmektedir. 

Sevr’in mi Lozan’ın mı intikamı? 

Le Monde gazetesi Ağustos ayının başında “Erdoğan Sevr’den intikam alıyor” başlıklı bir haber yaptı ve iktidarın Doğu Akdeniz politikasından bahsetti. Ancak gazetenin göremediği bazı şeyler vardı. Birincisi, Sevr Lozan Antlaşması aracılığıyla zaten hükümsüz kılınmıştı, yani o defter aslında Milli Mücadele ile kapatılmıştı. Ve ikincisi, Türkiye İslamcılığının varoluşsal ve tarihsel olarak Sevr’le bir derdi olamazdı; çünkü Türkiye İslamcılığı Sevr’i imzalayanların geleneğinden geliyordu ve emperyalizmle de özsel olarak herhangi bir problemi bulunmuyordu. 

Tam da bu nedenle, iktidarın asıl derdinin Sevr’in intikamını almak değil, Lozan’la ve dolayısıyla Cumhuriyet’le hesaplaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye İslamcılığı, 1. Dünya Savaşı’nın bittiğini, Osmanlı’nın yıkıldığını ve yerine yeni bir devlet kurulduğunu bir türlü kabullenemiyor, dış politikasını da Ayasofya’nın açılışında gösterilen kılıcın sembolize ettiği bir şekilde, yeni-Osmanlı hayalleri ve emperyal fanteziler üzerine kuruyor. Bu dış politikayı ise iç politikaya tahvil etmeye ve yitirdiği hegemonyayı bunun üzerinden yeniden tesis etmeye çalışıyor. 

Yeni-Osmanlıcı dış politikadan “hayal” ya da “fantezi” olarak bahsetmek, bu politikanın hiçbir gerçekliği olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Türkiye Suriye’nin kuzeyinde azımsanmayacak ölçüde bir toprak parçasını elinde tutuyor, Libya’da özellikle İHA ve SİHA’lar aracılığıyla sahadaki dengeyi değiştirmiş durumda, Suriye’den Libya’ya paralı asker taşıyabiliyor, yapılan yatırımlarla ve damadın öncülüğünde “yerli” bir askeri-endüstriyel kompleks şekillendiriliyor, Türkiye’nin bugün Irak’ta, Suriye’de, Katar’da ve Somali’de askeri üsleri bulunuyor.       

Bu dış politikanın en net olarak gözlemlenebileceği ülkelerden olan Libya’da sahadaki askeri dengenin değişmesinin ardından, arka arkaya anlaşmalar imzalandığını ve meselenin sadece “Münhasır Ekonomik Bölge” ilanı ve Doğu Akdeniz olmadığını görebiliyoruz. “İnşaat emperyalizmi” ya da “müteahhit emperyalizmi” diyebileceğimiz bir şekilde, Türk şirketler Libya’nın hem altyapısının hem de yıkılan şehirlerin yeniden inşa edilmesi ihalelerinin çoğunu almış durumdalar. Ayrıca Libya’ya inşaat malzemeleri ve askeri malzeme ihracatı artarak devam ediyor ve Sarrac hükümetinin petrol gelirlerinin bir bölümünü Merkez Bankası’na getirdiği biliniyor. 

Yeni-Osmanlıcılığın bir gerçekliği var ama sınırları da var elbette ve asıl önemli olan da o sınırlar zaten. 430 milyar dolar dış borcu olan, sanayisi az gelişmiş, enerji bağımlısı, Merkez Bankası ve kamu bankasındaki döviz rezervlerini tüketmiş, yüksek enflasyon ve işsizliğin bir arada görüldüğü, hızla yoksullaşan, çok ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya kalan, toplumun tam ortasından ikiye bölündüğü, Kürt sorunu gibi çözemediği son derece önemli bir sorunu bulunan, diplomatik yeteneğini yitirmiş ve uluslararası arenada yalnızlaşmış bir ülkeden bahsediyoruz.

Sadece Doğu Akdeniz politikası bile sözünü ettiğim yitim ve yalnızlık halini özetliyor. Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de Katar dışında destekleyen bir devlet olmadığı gibi, bu politikanın Mısır, Yunanistan ve İsrail’i birbirine yaklaştırdığını, Arap dünyasını “Osmanlı’nın hayaleti”ne karşı bir araya getirdiğini, ABD, Rusya ve AB’nin Yunanistan’ın tezlerini desteklediğini biliyoruz.

Tüm bunlara rağmen, iktidar yeni-Osmanlıcılıkta ve yanlış politikalarında ısrar etmeye devam ediyor; çünkü yeni-Osmanlıcılık esas olarak içeriye, iç politikaya yönelik bir nitelik taşıyor ve AKP’nin iktidar stratejisinin temellerinden birini oluşturuyor. 

Daha önceki Suriye operasyonlarından bildiğimiz üzere, yeni-Osmanlıcı dış politika ve onun çıktısı olan askeri operasyonlar, iktidarın iç politikada atacağı adımlar, kuracağı ittifaklar ve muhalefeti bastırma yöntemleri açısından son derece önemli bir işlev taşıyor. 

Bu operasyonlar aracılığıyla, devletin bekası ile iktidar partisinin ve başındaki kişinin bekası eşitleniyor, parti-devlet özdeşliği daha az sorgulanır hale geliyor, “ikinci kurucu lider” imajının üzerine bir tuğla daha konuluyor, toplum militarize ediliyor, İslamcılarla milliyetçiler arasındaki ittifakın zemini güçlendiriliyor, ulusalcıların bir bölümünün desteği alınıyor, hala daha “iç politika ayrı, dış politika ayrı” mantığıyla hareket eden muhalefet ise bunun üzerinden ayrıştırılıyor, hizaya diziliyor ve hazırola geçiriliyor. 

Suriye’de müdahale edilebilecek ve yeni askeri operasyon yapılabilecek bir bölge artık bulunmuyor. Eğer Suriye ordusu İdlib’e yeni bir operasyon düzenlerse tekrar bir karşı karşıya geliş olabilir ama bunun dışında ABD ve Rusya tarafından çizilen sınırların dışına çıkılma ihtimali son derece zayıf. Dolayısıyla asıl bakılması gereken yeri Libya ve Doğu Akdeniz oluşturuyor. 

Libya’da Batılı güçlerin ve Rusya’nın araya girmesiyle şimdilik fiili bir ateşkes durumu söz konusu; ancak Libya topraklarının hâkimiyeti açısından son derece önemli olan ve Hafter güçlerinin elinde bulunan Sirte ve Cufra’ya Türkiye destekli Sarrac güçlerinin bir operasyon yapma ihtimali gündemden kalkmış değil. İşin ilginç yanı, böylesi bir durumda Hafter güçlerinin çağırdığı Mısır’ın Libya’ya gireceği ve bunun da Türkiye ile Mısır’ın karşı karşıya gelmesi demek olduğu biliniyor.

Benzer bir sürecin ama daha sıcak yakınlaşmaların yaşandığı yer ise Akdeniz ve Yunanistan. İktidar arka arkaya Navtex ilan ediyor, sismik araştırma gemilerini Akdeniz’e gönderiyor ve onlara askeri gemilerle uçaklar eşlik ediyor, Yunanistan da bunlara karşılık olarak kendi hamlelerini yapıyor. Yunan sağının ve milliyetçilerinin de tıpkı bizdekiler gibi bu tür işlere ne kadar teşne olduğunu bildiğimiz için, en ufak bir kıvılcımda ortalığın karışabileceğini ve küçük çaplı da olsa bir çatışmanın vuku bulabileceğini tahmin edebiliyoruz.     

 Fotoğrafın tamamını görmek 

Tüm bunlar ise az önce söylediğim üzere, esas olarak iç politika açısından bir işlev taşıyor. Rabia işaretinden Mısır’la Libya’da karşı karşıya gelmeye, Ayasofya’nın ibadet açılışından ya da Lozan’ın tartışmaya açılmasından Yunanistan’la Akdeniz’de dalaşmaya uzanan, buradan da geçerek seçimlere, ittifaklara, iktidarda kalmaya uzanan bir yol var ve tüm bunları aynı fotoğrafın içerisine yerleştirip bütünlüklü bir şekilde analiz etmediğimiz sürece olan biteni anlama şansımız bulunmuyor.

Bunların aynı fotoğrafa yerleştirilmemesinin ve olan bitenin anlaşılamamasının sonucu ise örneğin içeride diktatörlükle ya da yolsuzlukla suçladığınız bir rejimi “ulusal çıkarlar” adı altında dışarıda desteklemek oluyor. Bu ise nihayetinde onun elini güçlendirmek, hegemonya tesisine yardımcı olmak ve tüm bunları iç politikaya tahvil etmesine izin vermek anlamına geliyor. 

Ya da bunları aynı fotoğrafın içerisine yerleştirmediğinizde, savaşla seçim arasındaki ilişkiyi, seçimlerin yapılıp yapılmayacağını, yapılırsa hangi koşullarda yapılacağını, dış politika üzerinden şekillendirilmek istenen yeni ittifakları ve dağıtılmak istenen ittifakları göremez hale geliyorsunuz. 

İktidarın bütünlüklü bir stratejisi var ve yeni-Osmanlıcı dış politika da o stratejinin bir parçası, iktidarın tarihe bir bakışı var ve yeni-Osmanlıcı dış politika da o bakışın bir parçası. 

Muhalif olduğunu iddia edenlerin Türkiye İslamcılığının Cumhuriyet’le ve Mustafa Kemal’le hesaplaşma motivasyonu ve kendi bekasını korumak üzerine kurulu dış politikasına, milliyetçi ya da ulusalcı saiklerle destek vermeleri, başka bir sürü başlıkta olduğu gibi, iktidarın iktidarda kalmasını kolaylaştırmaya devam ediyor. 

Oysa bu iktidarın Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak gibi bir derdinin olmadığını, kendi bekasını ülkenin bekası gibi göstermeye çalıştığını, dış politikada iflas noktasına gelindiğini ve “Osmanlı’yı diriltmek” adına çıkılan yolda Türkiye’nin tekrar bir “hasta adam” haline getirildiğini topluma güçlü bir şekilde anlatmak, içeride de dışarıda da iktidarı ve icraatlarını topyekûn bir şekilde reddetmek gerekiyor.