İşçilerin dökülen kanı daha kurumamıştı ki DİSK düzenin büyük patronlarını misafirliğe kabul ediverdi.

Sermayenin barışı

Sermayenin barışı kanla örülür.

Bartın’daki maden kazasının üzerinden henüz birkaç gün geçti. Düzenin çarkının nasıl kanla döndürüldüğü bir kez daha anlaşıldı. 

İktidar da muhalefet de kader edebiyatına sarıldı. Onlara elbette bu yakışırdı. Düzeni kabul eden, o düzenin doğal sonucuna kader değil de ne diyecekti? 

Halbuki bununla da kalınmadı. İşçilerin dökülen kanı daha kurumamıştı ki DİSK düzenin büyük patronlarını misafirliğe kabul ediverdi.

Ne vardı bunda… Bugünlerde herkes birbirini ziyaret ediyordu… 

Muhalif masa boş buluşmalarla birbirlerini ziyaret etmeyi adet haline getirmişti. Komşu komşuya tabağını boş göndermezdi. Milletvekilleri takas ediliyordu. Ama iktidar ile muhalefet de böyle anlaşıyordu. İktidarı da muhalefeti de siyasetin kabesiymiş gibi ABD’yi ziyaret etme yarışına tutuşuyordu.

DİSK’in neyi eksikti? TÜSİAD ekonomimizin aklı değil miydi? Bir dinlemekten ne çıkardı?

Birbirlerine raporlarını vermişler! TÜSİAD elinde “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşaa” raporuyla gelmiş. DİSK de altında kalmamış, “Demokratik bir Türkiye için örgütlenme özgürlüğü ve sendikalaşma hakkı önündeki engeller kaldırılmalıdır” raporunu vermiş. DİSK senelerce kapalı kalsın diye uğraşan aynı TÜSİAD değilmiş gibi...

Dalga geçiyor olmalılar diyeceğiz ama dalga falan geçmiyorlar. “Yeni anlayış” böyle. Herkes birbirini sevecek. Sınıf düşmanları da buna dahil!

Dalga geçmiyorlar. Çünkü sermayenin barışı böyle çalışıyor.

TÜSİAD’ı DİSK’i Hak-İş’i Türk-İş’i ve diğerleri daha önce de el sıkışmadı mı? 2001 Anayasa değişikliğinde TÜSİAD’ın gazetelere çıktığı tam boy ilanlarda patronun temsilcisiyle “işçinin temsilcisi” neden yan yana gelmişti? 

Türkiye yeni düzene adım atıyordu. Bu adıma kimse itiraz etmesin istiyorlardı. 12 Eylül’ün şakşakçısı patron örgütüyle 12 Eylül’ün kılıçtan geçirdiği işçi sınıfı “yeni Anayasa”da uzlaşmalıydı.

Hangi hakla yeni Anayasa’yı tartıştırıyorlardı? 12 Eylül darbesi Koçları Sabancıları kurtarmıştı. Memnuniyetlerini saklamıyorlardı bile. 12 Eylül’de Kenan Evren’e mektup yazan Vehbi Koç değil miydi? Koç, “Turgut Özal’ı kollayın” diyordu. “Dinsiz millet olmaz” diye de ekliyordu. Sermaye sınıfının dilinde “eşeği sağlam kazığa bağlayın” anlamına geliyordu.

Yıl 2003’tü. İçte ve dışta kan dökülecekti. ABD’nin Irak işgaline kimse ses çıkarmasın istiyorlardı. Ama işgal karşıtı eylemler meclisi baskı altına almıştı. Halk sesini çıkarmış, kanlı operasyona tezkere desteğinin önü kapanmıştı. Düzenin çarkına çomak sokmanın tek yolunun halkın kendi kaderini eline alması olduğu bir kez daha anlaşılıyordu.

Sermayenin barışına itiraz edilmesi TÜSİAD’ın canını çok acıtmıştı. Tuncay Özilhan, "savaşa girmeye mecburuz” diyordu. “Halkın savaşa karşı çıkması hükümeti etkilemesin. Bu toplum, istikrar programını, yapısal reformları ağır bedel ödeyeceğini bile bile destekledi” diyordu. Öfkeli TÜSİAD ile öfkeli halkın arasına Abdullah Gül ile Ali Babacan girecekti.

Ama halk o bedeli 12 Eylül’ün sopasıyla, kendisinin olan her şeyin Özilhan gibilere Babacan gibiler sayesinde peşkeş çekilmesiyle, yoksullukla, göçle ödemişti!

Yıl 2005’ti. DİSK başkanı Süleyman Çelebi TÜSİAD’ın efendilerinden Koç’a kalkan oluyordu. Koç ile Erdoğan’ın danışıklı dövüşünde kendisinin fikrini soran yoktu. İşçi sınıfına yakışan “hepiniz aynısınız, defolun” demekti. Ama Çelebi “DİSK’in genel ilkelerine göre hareket edecek”, Mustafa Koç da kendisini arayıp teşekkür edecekti. “DİSK’in genel ilkeleri”nin sermaye barışına aracılık etmek olduğu anlaşılıyordu…

Sermayenin barışı durmadı. Ergenekon davaları, bu barışı zorla oldurtmanın operasyonuydu. Sermayenin barışı için kelleler alınmalıydı. Ama bir de eller sıkışmalıydı.

Yıl 2010’du. Aynı Süleyman Çelebi arayı ısıtmış olacak, Ümit Boyner’in TÜSİAD başkanlığını kutluyordu. Patronlar yine Anayasa değişikliği istiyorlardı. DİSK de “başımla beraber” diyordu. Çelebi daha sonra CHP’den milletvekili olacaktı. Hiç de yadırganmamalıydı! DİSK’in sosyal demokrasi tarafından esir alınmasıyla beraber bu bir gelenek olmamış mıydı? Sendikanın başına geç, vekil ol, emeklilik planın hazır olsun!

2010 barışında TÜSİAD, DİSK ve CHP el sıkışıyorlardı. Sermayenin barışının bu üçüncü ama en önemli halkasına yeni genel başkan Kılıçdaroğlu eşlik ediyordu.

2010’da başladıkları işi bugün “yeni bir anlayış”la, “yeni CHP” ile yeni bir boyuta erdirme derdindeler. Ve buna kimsenin itiraz etmesini istemiyorlar. Laikliği, bağımsızlıkçılığı, kamuculuğu, işçi sınıfının devrim kavgasını konuşturmayacaklar. Konuşanlara küfürle saldıracaklar.

İşçi sınıfının devrim kavgası…

Yıl 15-16 Haziran 1970’ti. Türkiye’nin yaşadığı en büyük işçi eylemi­ İstanbul'un sokaklarına yayıldığında, kavganın ateşi bugünkü TÜSİAD’ın büyüklerini titrettiğinde Koçlara kaçmak için “işçi tulumu” giydirten işte o devrim kavgasıydı. Dragos’ta mahsur kalan Koçları kurtarma işi tabii ki de İnan Kıraç'a düşecekti…

Değişen çok şey var ve değişen hiçbir şey yok. İşçi sınıfı sermayenin barışını reddedecek, başka yolu yok. 

Kılıçdarıyla, Koçuyla, Gülüyle, Babacanıyla, Erdoğanıyla ve kendisine sesini çıkarma diyen “işçi temsilcisi”yle…

Bunların hepsini susturmalı.

Ve zamanı geldiğinde o tulumu mutlaka giydirmeli!