Önceleri bir sembol olarak basit insan figürleri, çizgiler ya da bir kemik parçası sınıf tahakkümünü temsile yeterken sonraları daha karmaşık figürler ve hatta mekânlar gerekmeye başlamış. Böylece devasa taşların yerinden çıkarılıp taşındığı, şekil verildiği, boyandığı, tütsülendiği bir dönem başlamış. Sesin ve mekânın imkânları ile sınıf iktidarının soyut hali içiçe geçmiş. Ayasofya da işte böylesi bir gelişimin parçası olarak ortaya çıkmış. Sınıf egemenliğinin büyük, görkemli ve haşmetli sembolü olarak.
Semboller hep var mıydı? Yani bazı simgeler, işaretler, hatırlatıcılar… Muhtemelen.
İnsanın insan yapan özelliklerden birisi de sembolik düşünce değil mi? Yani bir anlamda soyut düşünme, kafada kurabilme, diğerlerinin ve bağlamın anlamını çıkarabilme. Semboller ve sembolik düşünce bin yıllardır anlamlandırmanın, iletmenin ve hatırlamanın yolu olmuşlar. Çok da işe yaramışlar. Görünenle yaşanan arasındaki eksiğin, kapanmayan ve kapanmayacak açının işaretleri olarak.
Semboller, eksik olmamış insanın insan olma ve kalma serüveninden. Mağaralardaki çiziktirmelerden daha geçtiğimiz günlerde uzaya fırlatılan devasa roketlere kadar hep varolmuşlar. Kendinden başka birçok şeyi anlatan, sembolize eden ve tabii ki bir grubun, bir topluluğun zihinlerini de kısa yoldan birbirine bağlayan olarak. Semboller kısa yoldan anlatmayı, anlamayı ve ayırt etmeyi sağlamış.
Ama sınıflı toplumlar ve siyaset ortaya çıkınca sembollerin ima ettikleri, temsil ettikleri, işaretledikleri de değişmeye başlamış. Örneğin uzakta değil, Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde çıkılacak bir gezinti ile bu uzun tarihsel kesit boyunca sınıfların ve sembollerin değişimini görülebilir. Üretimin karmaşıklaşması, artı-değerin büyümesi ve sınıf ilişkilerinin karmaşıklaşmasıyla birlikte değişen, çeşitlenen semboller tüm bu sürece eşlik etmişler.
Siyasi iktidarın karmaşıklığı ve sınıf mücadelelerinin şiddeti büyüdükçe sembollerin yeri, önemi ve hatta birer nesne olarak boyutları da büyümüş. Önceleri basit insan figürleri, çizgiler ya da bir kemik parçası sınıf tahakkümünü temsile yeterken sonraları daha karmaşık figürler ve hatta mekânlar gerekmeye başlamış. Böylece devasa taşların yerinden çıkarılıp taşındığı, şekil verildiği, boyandığı, tütsülendiği bir dönem başlamış. Sesin ve mekânın imkânları ile sınıf iktidarının soyut hali içiçe geçmiş.
Ayasofya da işte böylesi bir gelişimin parçası olarak ortaya çıkmış. Sınıf egemenliğinin büyük, görkemli ve haşmetli sembolü olarak. Emekçi sınıfların üstünde yükselen yönetici sınıfın, soyluların, mülk sahiplerinin azametinin işareti ve sembolü olarak. Yüzyıllar boyunca da bu sembolik anlam çeşitli kılıklara bürünmüş, çeşitli anlamlar kazanmış. Şimdi de bu sembolikliğin, bu sürekliliğin bir başka uğrağını yaşıyoruz. Emekçi sınıfların itirazı, mülk sahibi sınıfların siyasi iktidarını ve ideoloji dünyasını altüst edinceye kadar da bu böyle sürecek.
Ama bu tür sembolik olayları ve sembollerin değişimini tersinden de okuyabilirsiniz. Aslında okumalıyız da! Bu sürekliliğin farkına varmak üzere attığınız bir ilk adım olarak.
Evet, tarih sembollerle devinmiş ve bu günlere gelmiş ama mülk sahibi sınıfların korkusu büyüdükçe sembollerin, simgesel olayların çapı da büyümüş. Daha büyük semboller, daha büyük olaylar gerekmiş sınıf tahakkümünü görünmez kılmak için. Tarihin akışı içinden günümüze geldikçe gereken savaşların boyutlarını ve sallandırılan bayrakların ölçülerini düşünün. Hep daha fazlası gerekmiş. Örtmek ve görünmez kılmak için.
Yani aslında bizleri bugün sarsan her sembolik olay, hayran bırakan her mekân büyüyen bir korkunun da anlatımı, sembolü. Nereden baktığınıza bağlı. Hangi sınıfın aklıyla baktığınıza bağlı. Sembollerin, sembolik olayların anlamı sınıfa göre değişiyor. Hep de öyle değişmiş.
Bir arkadaşım dün Ayasofya’nın “açılışı” için “950 yıldır buraları yurt edinemeyen, yurt edindiğini kendine bile kabul ettiremeyen bir halkın trajedisi” demiş. Doğru mu? Sanki doğru… Ama bu çok doğru görünen değerlendirme bile aslında bizim tarafın değil de öbür tarafın simgeleriyle konuşuyor, oranın simgeleriyle düşünüyor; hâlâ. Muhalifken bile egemen olanı destekliyor.
Gördüğümüz, iktidarını bir halk olarak sembolize etmiş bir sınıfın, mülk sahibi sınıfların gücü ve güçsüzlüğüdür. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız 950 yıldır ve hatta sınıfların ortaya çıkmasından bu yana yeri yurdu bir türlü olmayan, olamayan bir huzursuzluğun ve sırf bu huzursuzluğu gidermek için yapılanların trajedisidir. Gördüğümüz sembollerini, bin yıllardır süren sembollerin anlamını emekçi sınıfların aklına kazımış mülk sahibi sınıfların cüreti ve çaresizliğidir.
İki bakış arasında ise dağlar kadar fark var. Birisi çaresizliğe, umutsuzluğu diğeri ise tarih boyunca devinen olanaklara ve gelgitlere bakıyor. Ama ne yazık ki tüm çevremiz tarihe kesitsel, hatta sadece bugünle sınırlı olarak bakan bu tür bakışlarla çevrili. Öyle olunca da semboller ve sembolik olaylar, muhalifini bile kör ediyor, büyülüyor, etkiliyor, aklını bulandırıyor. Süreklilik günümüzde biraz da böyle sağlanıyor.
Bugün Türkiye’de ve dünyanın her yerinde sembollerin sürekliliğine örgütlü bir farkındalık karşı koyabilir. Türkiye’de muhalif bakış ise en başta buna engel, bu farkındalığa. Muhalefet bugün Türkiye gibi bir ülkenin irili ufaklı bütün dertlerinin demokrasi, insan hakları, İstanbul sözleşmesi, parlamenter sistem, anayasa mahkemesi vs. vs. ile çözüleceğini propaganda ediyor. Durmaksızın. Sürekli.
Yaşanan ve kendini dayatan ise bambaşka bir şeydir.
Cesaretle, bilinçle, çekinmeden ve sabırla omuz verilmesi gereken bir şeydir.
Bir sembolden daha ötesi. Muhaliflikten daha ötesi. Sembollerin sürekliliğini kesintiye uğratacak ve diğer bütün irili ufaklı dertlerimizi çözecek, çözmese bile çözme isteği uyandıracak bir şey.