Yönümüzü halkın çıkarlarını savunan sol bir ittifakın ortaya çıkmasını sağlayacak bir 'siyasi' tutum belgesi ortaya koyabilmeye çevirmek daha gerçekçi değil mi?

Selahattin Demirtaş ve HDP'nin 'Tutum' belgesi üzerine

Selahattin Demirtaş'ın T24'e yazdığı 'İlle de Demokrasi' başlıklı yazısıyla işaret fişeği atılan, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ve Seçim İşlerinden Sorumlu Eş Sözcü Mehmet Rüştü Tiryaki'nin 27 Eylül'de açıklanacağını duyurdukları tutum belgesine HDP cephesinin büyük değer atfetmesi anlaşılabilir bir şey.

Açıklamalarında yer alan demokratikleşme, özgürlük alanlarının genişletilmesi ve otoriterleşmenin önlenmesi gibi öne çıkan konu başlıkları şüphesiz önemli ve getirilen birlikte mücadele yaklaşımı da değerli. Bu ön kabulle birlikte, bu açıklamalar bir kez daha gösterdi ki:

Ülkemizdeki politika yapıcıları, politik ekonomi ve sosyal teori alanlarında meseleleri bütüncül olarak kavrama ve çıkışa katkı sunma konusunda pozisyon geliştirmekte zorlanıyorlar.

Bunun nedeni ise çok açık; siyaset ve siyasi partiler, mevcut politik, ekonomik ve sosyal ekosisteme yapışık durumda. Daha açık konuşursak, sistemi reforme ederek refah yaratması gereken tüm bu aktörler aslında sistemin, dolayısıyla da sorunun parçaları. Bu da birbiriyle bağlantılı iki sonuç doğuruyor; önce siyaset ve aktörlerinin fikri alanını daralıyor, sonra da bu sığlık onları işlevsizleştiriyor.

Selahattin Demirtaş'ın yazısını da bunun son örneği olarak görmek mümkün. 

"İlle de Demokrasi" çağrısı, demokrasi standardının yükseltilmesine dönük haklı bir bir iradeyi/talebi ifade etse de, demokrasimizin şu anki seviyesi de dahil yaşanılan bütün sorunların kök anası olan adaletsiz ekonomik düzene ve buradan beslenenlere, yani sermayeye ve bilhassa kendi seçmen tabanı da dahil tüm ülkeyi inim inim inleten talana, kimlik, mezhep ayrımı yapmayan işsizliğe ve bunun yol açtığı sosyal sorunlara karşı tek kelime etmiyor. 

Demirtaş ve HDP'nin bu konudaki suskunluğuna karşı 'neden?' soruları esaslı bir yanıtı hak etmiyor mu?

Ne kadar hakkında bağırıp çağırılsa, inatla kavgası verilse de, ekonomik olarak gelişmemiş ve adil bir refah bölüşümü olmayan toplumlarda sağlıklı işleyen bir demokrasinin var olmasının mümkün olmadığını muhakkak ülkemizdeki politika yapıcılar biliyor. (En azından bildiklerini umuyoruz).

Bu bağlamda düşününce, ekonomiye, yoksulluğa, gelir adaletsizliğine değinmeden demokrasi çağrısı yapmanın eksikliği/anlamsızlığı da kendiliğinden önümüze seriliveriyor.

Ekonomik olarak gelişmiş, refahın adil bir şekilde bölüşüldüğü bir ülkede, yani insanların kimlikleri ve mezhepleri dışında da sarılabilecekleri bir şeylerinin olduğu bir ülkede, sürekli olarak 'sorun' mertebesinde tutulan bu çatışmalar da kendiliğinden ortadan kalkacak, en azından kural değil istisna haline gelecektir. O noktada da bu tür anti-demokratik uygulamalara karşı yalnızca 'bölge partileri' değil, tüm ülke tek yürek canhıraş mücadele edebilecektir. 

40 milyona yakın insanın açlık sınırının altında yaşadığı, çalışabilecek bir iş arayanların toplam nüfusun yüzde 25'inden bahsedilip iş bulanların da şanslı azınlık sayıldığı ülkemizde canı burnunda 12'şer saatlik mesailerle çalışıp, geçinemeyen milyonlarca emeklinin de dahil olduğu bir 'yarışta' arta kalan zamanında da kendisine ek gelir yaratmak için iş peşinde koşan bir vatandaşın basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü gibi konular için dertlenmesini beklemenin ne kadar gerçekçi olduğunu okuyucunun takdirine bırakalım.

İşte Sayın Demirtaş'ın son yazısında da bir örneği görülen, ancak aslında tüm politika yapıcıların ortak bir sorunu olan bu anlamsız anlayış, bilinçli veya bilinçsiz (!), asıl soruna değinmeyerek tüm bu problemlerin kaynağını halının altına süpürmüş oluyor. 

Üstelik bu asıl suçluların gözden kaçmasının sağlanmasının yanında, bu gerçek görülmesin, anlaşılmasın, duyulmasın ve karşı tepki örgütlenmesin diye de dikkatler başka tarafa çekilmeye çalışılıyor. İnsanı, toplumu, siyaseti tutsak alan ve yaşadığımız birçok soruna da kaynaklık eden din, mezhep, kimlik siyaseti gibi kanserlerin yayılması önlenmiyor, aksine, sanki çözüme ulaşmanın bir aracı olarak önümüze koyuluyor. 

Bunun bir başka sonucu da, Selahattin Demirtaş ve HDP'yi de kapsayacak şekilde bütün meclis muhalefetinin, sorunların nedeninin üzerine gidememenin sıkışmışlığı ve çaresizliğini örtme gayretiyle, geleceğe ilişkin irade beyanında bulunurken bile sürekli bir şart ileri sürmeleri. 

'İlle de Demokrasi' olsun, 'güçlendirilmiş parlamenter sistem' çağrıları olsun, sömürü mekanizmasıyla ilgili tek kelime etmeyerek, bu adaletsiz ekonomik düzene eklemlenmiş siyaset çizgisinin tartışılmaya dahi açılmasını önleme amacından fazlası değil. 

"Siz oyunuzu verin, demokrasiyi kurtaralım da, sonrasına bakarız." diye ağzımıza bir parmak bal çalınmaya çalışılıyor.  

Kullanımda olan mevcut siyasi parametrelerin hayata, topluma müdahale etki kapasitesi bu çerçeve ile sınırlı olunca mevcut sorunların nedenleri ortaya koyulamıyor, sorunu üretenlerin çizdiği sınırlar içerisinde çözüm aranıyor. Bu da nihayetinde sonuçsuzluğun kapısını sonuna kadar açarak sömürü ve talanı sürdürülebilir kılıyor. 

Bunun yerine, günübirlik hedef ve seçimlere endeksli siyasi tasarımları bir tarafa bırakarak, aslında tali olan bu sorunları da otomatik olarak çözecek yeni bir siyasi aks yaratabilmek gerekiyor. Bunun için siyaseti dogmalardan arındırıp aklın, mantığın, en azından neden sonuç ilişkisi kurabilecek kapasitede aktörlerin katkısına açık hale getirecek şekilde mesai harcamak daha doğru olacaktır. 

Böylelikle yapay tespit ve teşhislerden kurtulur, sorunun (adını siz koyun) ortaya çıkışından geriye doğru giderek, nedenle ilişkisini kurup tespit ederek, bir daha yaşanmayacak şekilde tamamen ortadan kaldırabiliriz. 

Basit bir mukayese yapmak gerekirse, uçakların en güvenilir taşıt olmasını sağlayan şey onların kaza yapmaması değil, her kaza sonrasında milyonlarca parçaya bölünen bir uçağı dahi en küçük kırıntısına kadar inceleyerek kazanın nedenini ortaya çıkaran ve bir daha o nedenle kaza yaşanmasını engelleyen araştırma ekiplerinin, bilimi doğru bir amaç için ve doğru araçlarla çözüm için kullanması gibi, siyasetin de doğru çözüm için sorunun kaynağına odaklanması, bütünün tüm parçalarını neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde ele alması gerekiyor.

Umarım yanılıyorumdur ama, sonuç olarak, öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de kendisini solun temsilcisi olarak konumlandıran, en azından genel kanı olarak o şekilde görülmek isteyen HDP'nin açıklayacağı tutum belgesinin sınırları da HDP ve diğer bütün meclis muhalefetinin, kimlik, mezhep, çok kültürlülük, cinsiyet gibi 'özel' ilgi alanları içinde kendisine ait gördüğü 'çerçeve' dışına çıkamayacak. Aç, işsiz, yoksul insanlara neden bu durumda olduklarının üstü örtülüp yine anlatılmayacak. Sol olma iddiasındaki bir partiden daha fazlasını beklemenin son derece makul olduğu kanaatindeyim.

Bu siyaseti reddederek başka bir gelecek örgütlenebilir. Bunun için fazla uzağa bakmalarına da gerek yok. HDP'nin de imzacıları arasında bulunduğu;

EMEP, Halkevleri, SOL Parti, TİP, TKP, TÖP'ün tespitine dayalı, siyaset-sermaye-mafya ilişkilerine dair 25 Mayıs 2021 tarihli açıklanan mekanizma;

23 Ağustos 2021 tarihli, Sol Parti, EMEP, TKH ve TKP'nin, emperyalizmin ‘halkların başındaki en büyük haydutluk’ olduğunu kaydederken, özgürlük ve bağımsızlık için emperyalizme karşı mücadelenin bir zorunluluk olduğunun hatırlatıldığı açıklama ve;

31 Ağustos 2021'de TKP'nin 'Yalnız olmadığımızı biliyoruz' başlıklı; "Türkiye’nin aydınlık yarınlarını kurtarmak, yeni bir ülke kurmak, Cumhuriyet fikrini emekçi halkın ellerinde yükseltmek için, güçlerimizi birleştirmek görevimizdir", "Bağımsız bir Türkiye konusunda eğilip bükülmeyen, kırmızı çizgilerini kalın kalın çizmiş bir cephe açılmalı" duruşu, yön tayini sağlamak bakımından faydalı olacaktır. 

Bu tutum, yalnızca HDP'de değil, aynı zamanda benim de üyesi bulunduğum CHP gibi serbest piyasa odaklı dahi olsa anti-emperyalist bir gelenekten gelen partilerde, yüzü sola ve gerçek çözümlere dönük politikaların önünü açmaya, siyaseti tek seslilikten kurtarmaya da katkıda bulunur.

Aksi, HDP'nin ve MHP'nin bizatihi varlık sebeplerini oluşturan 'sorunların'; AKP ve CHP'nin merkez-çevre ve Sünni-Alevi sorunları gibi çözümsüzlüklerden beslendikleri, yani sistemin bir parçası olmaya devam ettikleri bir Türkiye'nin aynı çözümsüzlük sarmalında kaybolmasına, bu arada sermayenin de 'işine' bakmaya, finans kapitalin de talana devam etmesine sebep olmaya devam edecektir.

Yönümüzü Türkiye'deki emperyalist merkezlerden ve sermaye düzeninden bağımsız, özelleştirme adı altında yaptıkları talanların hesabını, tamamının yeniden devletleştirilmesini sağlayacak şekilde halkın çıkarlarını savunan sol bir ittifakın ortaya çıkmasını sağlayacak bir 'siyasi' tutum belgesi ortaya koyabilmeye çevirmek daha gerçekçi değil mi?