'Bu seçimin öncekilerden farksız yanı ise şudur: Gerçek kurtuluş, onun bir emekçi iktidarı ile başlayarak kurulacak emekçi sınıflar dünyasında olduğuna inananların mücadelesini gerektirecektir.'

Seçimli değinmeler

Yine böyle bir seçim öncesindeydi. Bu kadar yaklaşmamıştı ama seçim tarihi. Biraz daha uzun bir süre vardı. Geniş katılımlı bir toplantıda, oldukça farklı başlıklar her biriyle ilgili 10- 15 dakikayı geçmeyecek konuşmalarla ele alınacaktı. Seçim dönemlerinin sunduğu imkânlar ve onlardan yararlanmanın önemi diye aklımda kalan bir konu düşmüştü benim payıma. Niye itiraz etmediğim sorusuna hâlâ inandırıcı bir yanıt bulduğumu söyleyemem. Toplantının düzeni, konuların birbirini izleyişi ve kimlerin konuşacağı falan belirlenmiş madem, şimdi çıkıntılık yapmanın alemi yok, demiş olabilirim kendi kendime. Bu başlıkta sözü edilebilecek birkaç beylik argümana değinen, basbayağı ruhsuz bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum. Aradan en az on yıl geçmişken, bu olay neden aklıma takılıp kalmış, bilmem. Bir zamanlar genel başkanımız, mücadeleciliğine hep saygı duyduğum Aybar’ın “Önümüzdeki seçimde başa güreşeceğiz!” sözlerini bıktırırcasına yinelediği, sosyalizmi öğrenmeye çabalayan bizleri de biraz şaşırtıp utandırdığı isyancı gençlik günlerimden kalma bir takıntı olabilir mi acaba?

En baştaki “yine böyle bir seçim” sözlerine çokça itiraz gelebileceğinin farkındayım. Öyle ya, bu seçimin ne büyük bir önem taşıdığı anlatıla anlatıla buna inanmayanlar küçük bir azınlığa dönüştürüldü; hele bunu açıkça söylemek düpedüz bir cesaret işi oldu. Olsun, itiraz iyidir; dolayısıyla, itiraz edilmek de iyidir.

***

Halkın seçme hakkının tarihsel ve güncel önemi, en yerinde tartışmayla bile ortadan kalkmaz kuşkusuz. Ama bu hakkın göstermelik duruma getirilmesi, başına hangi toplumsal sınıfa ait olduğuna ilişkin bir açıklama eklenmedikçe tümüyle anlamsızlaşan demokrasinin sahiplerine sunduğu başlıca kazanımlar arasındadır.

Genel olarak böyle. Şimdi içinde bulunduğumuz durumun özgüllüğünü dikkate aldığımızda ise bu seçimin özel bir önem taşıdığını söylemekte sakınca yok. Özgüllük şuradadır: Yüz yıllık cumhuriyet, ömrünün pek çok gerilemeyi yaşadığı bu en uzun sürmüş döneminde belli bir sona ulaşmış ya da, hiç değilse, çok yaklaşmış görünmektedir. “Son” sözcüğünün anlattığı, bundan sonrasının birçok bakımdan daha öncekileri kapatıp onlardan az çok köklü biçimde farklı yönlere açılabilecek bir kavşaktır. Buradan bir u dönüşü ile yüz yılın çöpe atılma olasılığı da söz konusudur. Ayrıca, yüz yılın son beşte birini kaplayan bu dönem, emekçi sınıfları daha önce yaşamadıkları şiddette bir sömürü ve yoksullaşma ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu olgunun, geniş emekçi kitlelerinin harekete geçmelerini, böylelikle geriye dönüşü engelleyerek çok daha ileri adımların gerçekleşmesini kolaylaştırıcı bir etkiye yol açması beklenebilir.

Oysa, emekçi kitlelerin oy hakkını devrimci ilerlemeler sağlayacak biçimde kullanmalarını önleyecek geleneksel, başka bir deyişle, alışılmış engellere yine düzenin ilkellikleriyle ağırlaşan doğal kolaylaştırıcılar da eklenmiş durumdadır. Ülke nüfusunun önemli bir bölümünü çok yıkıcı biçimde etkileyen depremlerin yol açtığı iç göç hareketleri, kayda değer büyüklükte seçmen kitlelerinin oy haklarını kullanmalarını imkânsızlaştıran ya da çok zorlaştıran koşullar yaratmıştır. Geçenlerde, 26 Nisan günü ortaya çıkan haberlerde, Hatay’a incelemeler yapmaya giden YSK başkanının gazetecilerin sorularına verdiği yanıtlardan öğrendik: Depremle birlikte bu çürümüş düzenin yerle bir ettiği o ilimizde 350 bin seçmenin oy kullanabileceğinin tahmin edildiğini söylüyordu seçim kurulu başkanı. Buna karşılık, bir önceki genel seçimin yapıldığı 2018’de aynı ilimizde 925 bin kişinin oy kullandığı biliniyordu. Ayrıca, yine o günlerde öğrendik ki, deprem bölgesinde kayıtlı seçmen yurttaşlarımızın oy kullanabilmelerini sağlamak üzere gerekenin yapılması için resmi başvuruda bulunan TKP’ye verdiği yanıtta aynı kurul, özetle, yapılacak başka bir şey olmadığını bildirmiş!

Kısacası, hâlâ içinde yaşadığımız bu çürümüş düzen, bir doğa olayını korkunç bir toplumsal felakete dönüştürmekle kalmamış, yurttaşların en eski, en temel, bu anlamda en ilkel siyasal haklarından birini de kullanılamaz duruma getirmiş. Emekçi halkın her başı sıkıştığında yardıma koşar duruma gelmiş devrimcilerin bu konuya da el atan çabalarının ne kadar çözüm getirebileceğini henüz bilmiyoruz.

***

“Seçim eğik düzlemi” sözlerinden esinlenerek söylersek, seçime doğru hızla kayıp giden günlerde bir de çok eşitlikçi bir yaklaşımla komplo teorilerinin yaygınlaştırıldığı görülüyor. Eşitlikçi derken anlatmak istediğim, bunların yaş, cinsiyet, sınıf farkı gözetilmeksizin herkes tarafından üretilebilir olmasından kaynaklanıyor. Özellikle düzen içi muhalefet çevrelerinin büyükçe bir bölümü ile iktidardakilerin adamlarından kimilerinin bunları değişik biçimlerde dillendirdiklerine tanık olunuyor. Birinciler, kendi kitlelerini uyarmak, tehlikeye karşı uyanık olmaya çağırmak amacıyla, ikincilerse açıktan açığa tehdit edip korkutmak için yapıyor olmalılar; öyle bir izlenim doğuyor. Birincilerden çok ikincilerin kendi açılarından doğru olanı yaptıkları öne sürülebilir.

Ama sonuç olarak her ikisi de aynı eski deyişin işaret ettiği duruma yol açmış oluyor: Şüyuu vukuundan beter, derlerdi. Duyulup yaygınlık kazanması, gerçekleşmesinden daha kötü, anlamında bir sözdü. Şöyle yorumlamak eğilimindeyim: Gerçekleşme olasılığı çeşitli nedenlerle pek düşük görünen, ama kulaktan kulağa yayılıp doğru kabul edildikçe, gerçekleşirse yaratabileceği kadar, belki de daha kötü etkilere yol açan duyumlar, gelişmeler, kaygılar ortaya çıkar sık sık. Epeydir var olan, son günlerde iyice çoğalan ya da çoğaltılan “bunlar iktidarı bırakmaz”, nesini diyelim, sendromunu örnek gösterebiliriz.

Herkesin doğal hakkı olmuş komplo teorisi üretimine de bir örnek verirsek, yazının eğlendirici yanını güçlendirmiş oluruz. Belleğimde kaldığı biçimiyle aktarıyorum.

Birkaç hafta önce, epeydir bir modaya dönüşmüş “sokak röportajları”nın birinde rastladım. Yaşlıca bir kadındı. Belli ki ateşli bir iktidar yanlısı. Kendinden emin, açık seçik kanıtlarıyla ortaya koyuyordu: “Bunların hepsi aynı merkezden idare ediliyor. Nerden belli dersen, bak bakalım isimlerine, ya Kılıçdaroğlu, ya İmamoğlu, ya Davutoğlu, ya Karamollaoğlu… Hepsi oğlu… Hepsi bir araya gelmiş. Anladın sen?”

***

Şimdiki çok uzun ömür sürmüş iktidarın gidici olduğu yolundaki bir yanıyla nesnel öngörüler, bir yanıyla yakıcı dilekler yoğunlaşmaya başladığından beri, demek uzunca bir zamandır, birçok kez yinelenerek yazılmıştır buralarda. Bir kez daha yinelemekte sakınca yok.

Şunun şurasında dokuz gün kalmış bu seçimin öncekilerden farklı olan ve olmayan iki yanından söz edilebilir. Önce farklı yanına değinelim. Canımıza okumuş bir iktidardan kurtulma yolunda kayda değer bir adım atılması ciddi bir olasılık durumundadır. Hem hiçbir halkın hak etmiş olamayacağı bir baskı ve sömürü döneminin sona ermesini hem de her musibetin biricik nedeni sayılan tek bir kişi ve çevresi algısının yıkılışını kolaylaştıran koşullar doğabilecektir.

Bu seçimin öncekilerden farksız yanı ise şudur: Sonuç ne olursa olsun, gerçek kurtuluş, onun bir emekçi iktidarı ile başlayarak kurulacak emekçi sınıflar dünyasında olduğuna inananların mücadelesini gerektirecektir. “Canım, her şeyin sırası var, hele bir şunlardan kurtulalım” diyenler de, ne yazık, hiç eksik olmazlar. Onlara tamam kardeşim, diyebilmeliyiz, zaten hepimizi üzenler bu kadar fazlayken, biz de birbirimizi üzmeyelim, size hayırlı işler!

Ancak, bir de, kendimize hatırlatmamız gerekiyor: “Mücadele her şeydir, nihai amaç ise hiçbir şey!” diyenler de bizim içimizden çıkmıştır. Kendilerine “revizyonist” yakıştırmasını yaparak yollarımızı ayırmışızdır; ama zararları o eski zamanlarda kalmış değildir.

Öyleyse, ikisi arasındaki ilişkiyi doğru anlatmak için köklü bir değişiklik gerekiyor; örneğin, şöyle: “Mücadele edilmeden amaca ulaşılmaz; ama mücadele nihai amaca katkı sağladıkça değer kazanır.”