'Türkiye bir seçime değil bir hesaplaşmaya gidiyor. Bu nesnel ve tarihsel bir gerçektir ve emekçilerin siyasete girmesi neredeyse bir zorunluluk halini almaktadır.'

Seçime giden yol

Olağan zamanların ezberidir; seçime giden bir ülkede iktidardaki düzen partisi popülizme başvurur, kesenin ağzını açar, ekonomiyi hareketlendirir, görünüşte kalacak olsa da kitlelerin özlemlerini karşılamaya bakar. Yani seçim yolunda, iktidardan topluma doğru bir sahte bahar esintisi beklenir.

Farkında mıyız; “olağan zamanlar”, üstünden otuz yılı aşkın süre geçmekle birlikte solun doğrudan ve dolaylı etkisiyle resmediliyor. Sovyetler Birliği başta olmak üzere dünyada işsizliği alt etmiş, temel yaşam standartlarında çıtayı yukarıya taşımış, sömürüsüz bir düzen vardı. Batıda komünist partilerin gücü eşitsiz dağılsa da sendikalar egemen güçleri baskılıyordu, solun kamucu değerleri toplumun geneli için bir norm oluşturuyor, kapitalistler önlerine gelen her şeyi alıp satamıyorlardı. Dünyanın geri kalanında bağımsızlık, halkın siyasete katılımı, demokratikleşme, içleri boşaltılmış olsa bile erdem sayılıyordu… Bu koşullarda seçime giden bir iktidar partisi ol da, toplumu pohpohlamaktan, şirin gözükmeye çalışmaktan geri dur bakalım!

Lakin dünya değişti! Elbette İnsanlığın ileriye doğru attığı çapalar yok edilemez. Ama uzun zamandır dalgalar tekneleri sürüklüyor, demir tutmuyor, dibi tarıyor… Eskiden “halk plajları doldurunca vatandaş denize giremedi” bir gafmış; şimdi işçilerin ortalıkta dolaşmadığı, kimsenin hakkını aramadığı bir düzen varsayılıyor. Hal böyle olunca seçim popülizmi de karakter değiştirmiş bulunuyor. 

AKP’nin seçim patikası esasta buradan okunmalıdır. Popülizm teriminin kökünde halk var, ama emekçi unsuru burjuva siyasetinde görünmez olmuş! Neoliberal ideoloji, emekçilerin örgütlülüğünü, bilinçlerini, dolayısıyla kendileri hakkındaki kavrayışı yok etmeyi hedefledi. Bu yolda mesafe aldılar almasına, ama emeğin varlığına asıl körleşen bizzat burjuvalar oldu. Emekçilerin körleşmesinin sınırı var. Eve ekmek gidecek, çocuklar büyütülecek, hastalara çare bulunacak… Kendini yok saymanın gerçekten sınırı var. Mülk sahibi sınıflarsa kendi ideolojilerine fazla inandılar. Halkı görmüyorlar! 

Türkiye büyük sermayesi, giderek artan biçimde ülkesine yabancılaşmış, gözleri yağmacılıktan kararmış bir sınıf. Onları temsil eden iktidar partisi de, aynı doğrultuda, basbayağı bir sömürge yönetiminin refleksleriyle davranıyor. Seçim popülizminin içini, öncelikle burjuvazinin yağmasını daha da özgürleştirerek dolduruyorlar. 

Buradan sorun çıkmıyor mu? Tabii ki çıkıyor! Sermaye düzeninde rekabet esastır ve kimi kesimlerin izlenen politikalardan şikâyetinin önü alınamaz. Birinin diğerinin sırtına basıp yükselmesi bu düzenin temel özelliği. Örneğin enerji pazarlamasının daha da kazançlı hale gelmesi, girdi maliyeti artan imalatçıların canını sıkacak. Yağmanın egemen sınıfın bütün üyelerine adaletli dağılması mümkün değildir… 

Ancak bir bütün olarak baktığımızda AKP’nin sermaye düzenine cahilce ve aptalca da olsa sürekli özgüven aşıladığını, bir bölge gücü olma doğrultusunda önünü açtığını, bir dediğini ikiletmediğini, kumarbazca da olsa durmaksızın yeni fırsatlar hediye ettiğini görebiliriz. Bu durumda seçim yolu halkın ekonomik imkânlar ve politik haklar anlamında kayırılmasından ziyade burjuvaziye “var mı yağmayı benden daha iyi örgütleyecek başkası” diye seslenmeyi esas almaktadır. Aynı yaklaşım emperyalist merkezler karşısında da tekrarlanacaktır. Çıkarları çelişen birden fazla dış merkeze, AKP’den daha iyi bir partner bulmalarının olanaksız olduğu kanıtlanmaya çalışılacaktır. 

Buraya kadar söylenenlerden halkın payına sopa düşer. Nefes alma kanallarının tıkanması, yasaklar, laikliğe, kadınlara saldırılar, imamların fütursuzluğu. Bunlar paketin parçaları. 

Peki, halka dönük popülizm hiç mi olmayacak? Memleketi çekirge sürüsü geçmiş bir tarlaya çevirdikten sonra seçime gitmek bayağı sıkıntılı iş. Yoksulların öfkesini algılamıyorlar dedim, ama biraz abarttığımı anlamışsınızdır. Ortada önlem alınması gereken bir şeyler olduğunu sezmemeleri imkânsız. Bu sefer milletin kafasına çay paketi atmakla da yetinilemez. Belli ki seçimden önceki birkaç ay, sonradan fazlasıyla geri almak üzere para dağıtılacak. Milyonlarca göçmenin önemli bir bölümü geri yollanacak. Birtakım Kürt figürlerle demokrasi halayı bile çekilecek. Hatta en ayyuka çıkmış rüşvetçiler rezil edilecek... Bu dönemin “havucu” böyle bir şeydir ve en başta hatırlattığım “olağan zamanlarda” emekçilerin mücadelesine verilmek zorunda kalınan ödünlerden farklıdır. 

Tekrar ediyorum, düzenin temel varsayımı emekçi halkın örgütlü mücadeleye kalkışma yeteneğinin olmadığıdır. İşin daha da ilginç tarafı, düzen muhalefetinin bu varsayımı paylaşıyor olmasıdır! Taraflar halkın uzaktan izleyeceği bir minderde güreşmeyi kabul etmiş bulunuyorlar. 

Toptan yanılıyorlar. Ancak önce sol, düzenin seçim tasarımına eklemlenmeyi reddetmeli, oyunun dışına çıkmalı. Türkiye bir seçime değil bir hesaplaşmaya gidiyor. Bu nesnel ve tarihsel bir gerçektir ve emekçilerin siyasete girmesi neredeyse bir zorunluluk halini almaktadır. Beklemedikleri şeyi, yani emekçilerin siyasete müdahalesini örgütleyen bir sol, egemenlerin tasarladığı seçim patikasını da alt üst etmeyi başaracaktır.