Bu üç hadise arasında ilk bakışta pek bir bağlantı ya da ilişki görülmeyebilir; ancak sıkça hatırlatmaya çalıştığımız üzere, her şey her şeyle ilişkilidir, her şey politiktir ve her şey sınıfsaldır.

Seçim yasası, Macaristan dersleri, UKOME toplantısı

Geçtiğimiz hafta perşembe günü, iktidarın uzun süredir üzerinde çalıştığı seçim yasası TBMM’den sessiz sedasız bir şekilde, herhangi bir ciddi direnişle karşılaşmadan geçti. Pazar günü, Macaristan’da yapılan seçimlerden Başbakan Orban bir kez daha zaferle çıkarken karşısındaki “altılı ittifak” büyük bir hezimete uğradı. Pazartesi günü ise Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) toplantısındaki oylamada, İstanbul Belediyesi’nin şehir içi ulaşıma yüzde elli zam yapılması talebi iktidar temsilcilerinin karşı oylarıyla reddedildi.

Bu üç hadise arasında ilk bakışta pek bir bağlantı ya da ilişki görülmeyebilir; ancak sıkça hatırlatmaya çalıştığımız üzere, her şey her şeyle ilişkilidir, her şey politiktir ve her şey sınıfsaldır.  

***

Önce seçim yasasına bakalım. Türkiye’de siyasetin uzunca bir süredir hem iktidarın hem de muhalefetin istediği bir şekilde bütünüyle sandığa/seçime endekslendiğini, sokağın, toplumsal hareketliliğin, mitingin, yürüyüşün öcüleştirildiğini, kriminalize edildiğini biliyoruz.

Muhalefet bloğu ve onun akıldaneleri, sokaktaki en ufak bir hareketlenmede anında devreye girip “aman oyuna gelmeyelim, bu yaptığınız AKP’ye yarar” diyor ve o hareketlenmenin bir an önce sönümlenmesi için gizliden dua etmeye başlıyorlar. Her şey “normal”e döndüğünde de rahat bir soluk alıp sandık/seçim edebiyatına kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Peki düzen muhalefetinin bütün aktörlerinin ve eli kalem tutanlarının hepsinin seçimden başka her şeye kör olduğu, iktidar stratejisinin bütünüyle bunun üzerine kurulduğu, buna dair en ufak bir eleştirinin bile iktidarla aynı safta olma ithamıyla karşılandığı bir konjonktürde bu seçim fetişistlerinden asgari beklenti ne olabilir? 

Asgari beklenti, seçimlerin “serbest” denilebilecek bir şekilde yapılması için ellerinden geleni yapmaları, seçim ve sandık güvenliğini seçim gününe bırakmamaları, en azından seçimler üzerinden bir toplumsal seferberlik hali yaratmalarıdır öyle değil mi?

Peki bunlar ne yapıyorlar? Oyun oynanırken karşı taraf birdenbire oyunu kazanabilmek adına “oyunun kurallarını değiştiriyorum, bundan sonra böyle oynayacağız” diyor ve bunlar izliyorlar. “Kuralları değiştiremezsin, değiştirirsen bu meşru olmaz, biz de bu gayrimeşruluğun bir parçası olmayız, yeni bir oyun kurarız” demiyorlar, sadece izliyorlar. 

Bu köşede defalarca yazıldı ama bir kez daha yazılmasında bir sakınca yok: Türkiye’de esas mesele seçimlerin ne zaman yapılacağı değildir, mesele yapılacak seçimlere “serbest” denip denilemeyeceğidir, iktidarın yapacağı seçimler “serbest seçimler”den başka her şeye benzeyecektir.

Bu seçim yasası, bu söylediğimiz şeyin açık bir kanıtıdır ve eğer iktidarın bundan sonraki adımları da tıpkı şimdi olduğu gibi sessizce izlenir ve topluma ne zaman ve hangi koşullarda yapılacağı belli olmayan, muhayyel bir seçim gününden başka bir şey işaret edilmezse, sonucun ne olacağı daha şimdiden bellidir. 

***

Gelelim Macaristan seçimlerine… Macaristan’da uzun yıllardır bizdekine benzeyen bir isim ve bir iktidar iş başında. Başbakan Orban ve partisi Fidesz ile küçük ortağı Hıristiyan Demokrat Halk Partisi’nin karşısına muhalefet bu seçimde içerisinde farklı ideolojilere sahip partileri barından bir “altılı ittifak” ile çıktı. Bizdeki liberal/sosyal demokrat seçim fetişisti network, günler haftalar boyunca Macaristan muhalefetini, bir araya gelmelerini, seçim stratejilerini övdü, Orban’ın işinin bittiğine dair analizler havalarda uçuştu ve elbette ki Macaristan buraya örnek gösterildi, burada da aynı stratejinin izlenmesine gerektiğine dair onlarca yazı yazıldı, tartışma programları yapıldı.

Peki sonuç? Sonuç, Orban’ın seçimlerden tarihi bir zaferle çıkması, muhalefetin ise çok ağır bir hezimet yaşaması oldu. Niye peki? Neden “otoriter” ve “popülist” Orban’a karşı “demokrasi ittifakı” başarılı olamadı, halk niye bir kez daha “otoriter” bir lidere oy vermeyi tercih etti? 

Bu yazının sınırları bir otoritarizm ve popülizm tartışması yapmaya izin vermiyor ama yine de soruyu yanıtlamak için bir şeyler söylemek şart. Öncelikle bu tür rejimler ve liderler, toplumların neoliberal politikalara duydukları öfkenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Özellikle solun “sınıf” demekten uzaklaştığı Batı’da, popülist liderler, neoliberal politikaların yoksullaştırdığı kitlelerin koruyuculuğu rolüne soyunuyorlar. Onların öfkelerini manipüle ediyor ve “elitler” ya da “mülteciler” gibi düşmanlar yaratıp bu öfkeyi oralara yöneltiyorlar. 

Macaristan’da da aynısı oldu. Muhalefet Orban’a karşı sahici bir ekonomik alternatif sunmadı, neoliberal politikaları ve piyasacılığı reddetmedi, gelir dağılımında adalet, sosyal devlet gibi meseleleri gündemine almadı. Orban ise pandeminin yarattığı kriz ortamında piyasacılığın kitleler üzerinde yaratacağı yoksullaştıracağı etkileri azaltmak için birtakım önlemlere başvurdu, fiyat denetimlerine gitti, sosyal yardım programlarını devreye soktu vs… Dolayısıyla Macar halkının sahici bir alternatifin yokluğunda Orban’dan vazgeçmesi için herhangi bir neden yoktu ve bu da sandığa yansıdı. 

Bu ana faktöre bir de Orban’ın karşısındaki ittifakın beş benzemezden oluşmasını, gösterdiği adayın, yani Marki-Zay’in bizim Ekmeleddin gibi koyu bir muhafazakâr olmasını, muhalefetin içerisindeki partilerden faşist Jobbik’in çoğu zaman Orban’la aynı çizgide buluşmasını, Orban’ın medyayı bütünüyle kontrolüne almasını ve son olarak seçim yasasını değiştirmesini ekleyip manzarayı tamamlayabiliriz. Adeta bütün koşullar Orban’ın kazanması için bir araya ge(tiri)lmişti ve sonuç da öyle oldu, Orban kazandı.  

“Otoriter” rejimlerin karşısına soyut, içi boş bir “demokrasi” talebiyle çıkmak, izlediği politikaların karşısına alternatif diye “sağlıklı işleyen serbest piyasa ekonomisi”ni koymak, bu tür rejimlere “olağan” yollardan muhalefet etmenin sınırlarını görmemek… 

Demek ki Macaristan seçimlerinden Türkiye için  çıkarılacak dersler vardır ve o ders bizim seçim fetişisti liberal akıldanelerin iddia ettiği gibi basitçe “kazanabilecek aday çıkarmak”tan ibaret olamaz, meseleye daha bütünlüklü, daha kuşatıcı bir şekilde bakılması gerekmektedir.  

***

Ve ulaşım zammı, UKOME meselesi… İktidarın İstanbul Belediyesi’nin şehir içi ulaşıma yüzde elli zam talebine “kamu yararına aykırı” diyerek karşı oy vermesi elbette ki palavra, bu iktidarın kamu yararı ile uzaktan yakından bir alakası olamaz. Ancak bir muhalefet belediyesinin, sosyal belediyecilik iddiasında bulunan bir belediyenin ve üstelik bir yıl içerisinde seçimlerin yapılacağı bir ülkede kurduğu ittifak aracılığıyla iktidar olacağını iddia eden bir partinin belediyesinin, ortaya çıkan maliyetleri doğrudan yurttaşlarına yansıtması gibi bir durum da söz konusu olamaz.

İnsanlar korkunç bir hayat pahalılığının içerisinde debelenir ve ne yapmaya çalışacağını bilemezken, onların asgari ihtiyaçları bile karşılamaktan uzak bütçesine bir de muhalefet cephesinden yüzde elli artmış ulaşım masraflarını eklemek neresinden bakılırsa bakılsın irrasyoneldir ve eğer mesele iktidarın belediyeyi batırmak istemesiyse buna karşı izlenecek siyaset, halka “ulaşıma zam yapmamıza izin vermiyorlar” diye ağlamak ve her gün kullandığı ulaşım araçlarına fahiş zam yapılmasını isteyen robotlaşmış bir kitle yaratmak değildir. 

Terör soruşturmasından mobese görüntülerinin servisine İstanbul Belediyesi’ne yönelik bir kuşatmanın olduğu açıktır ama İmamoğlu ve belediye yönetimi, en başından beri buna karşı bir yanıt üretmemekte, iktidarla sürekli bir uzlaşma zemini aramakta, CHP yönetimi de bu meseleyi görmezden gelmektedir. İktidarın bu kuşatma operasyonuna gerçek anlamda bir karşı yanıt üretmek yerine krizin faturasını yurttaşlara kesmeye kalkışmak ise kabul edilebilir değil. 

Belediyeler bu kriz ortamında “sosyal belediyecilik” uygulamalarına odaklanmalı, bunun için yeni gelir mekanizmaları yaratmalı ya da mevcutları geliştirmeli, yoksullaşan halkı gözetecek şekilde önceliklerini değiştirmelidirler, bu ise ancak belediyeyi bir şirket mantığıyla değil kamucu bir perspektifle yönetmekle mümkün olabilecektir. Muhalefet belediyelerinde ise bunun ancak kırıntılarına rastlanabilmektedir. 

***

Sandıktan başka her seçeneği devre dışı bırakıp iktidarın sandığı devre dışı bırakacak uygulamalarına ses etmemek, bir masa etrafında toplanıp halkın geniş kesimlerinin umurunda olmadığı yol haritaları açıklamak, piyasacılığa karşı piyasacılığı savunmak, kamuculuk diyememek, dinselleşmeye gözlerini kapayıp laikliği sahiplenememek, belediyeleri şirket mantığıyla yönetip “lütfen bize zam yapın” diye yalvaran akıl fikir yoksunu kitleler yaratmak… 

Başta da dediğim gibi her şey her şeyle ilişkilidir, politiktir ve sınıfsaldır. Meselelerin birbirleriyle bağlantısını, politik karakterini ve sınıfsal niteliğini görmeden varılabilecek herhangi bir yer ise yoktur. Macaristan seçim sonuçlarına bakıp “anlatılan senin hikayendir” sözünün gerçek olmasını istemiyorsak, “muhalefete muhalefet yapıyorlar” diyen sinizme aldırmadan hakikati dile getirmeye devam etmek ve sahici bir alternatif yaratmak öncelikli görevimizdir.