'Yazının başlığını 'millet kazandı, halk kaybetti' koymuştuk. Bir kolektif kimlik olarak 'millet'in kazandığı yerde halk kaybeder.'

Seçim sonuçları: 'Millet' kazandı, 'halk' kaybetti

İktidarın seçim tarihi olarak 14 Mayıs’ı belirlemesi elbette ki nedensiz değildi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde “yeter söz milletindir” denilerek 27 yıllık CHP iktidarına son verilmişti ve şimdi 14 Mayıs 2023’te “Cehape zihniyeti”nin yeniden iktidarı ele geçirmesine fırsat verilmemeli, “millet” bu bilinçle sandığa gitmeliydi.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasıyla birlikte Türkiye 28 Mayıs’ta bir kez daha sandığa gitti. 28 Mayıs tarihinin Türk sağı açısından sembolik bir önemi yoktu ama bir gün öncesinin, yani 27 Mayıs’ın vardı. 14 Mayıs 1950’de “yeter söz milletindir” diyerek iktidar olanlar 27 Mayıs 1960’ta “ordu-millet el ele” sloganıyla devrilmişti.

Tam da bu nedenle Erdoğan 27 Mayıs günü yaptığı konuşmalarda “yarın itibariyle darbeler dönemini kesin olarak kapatıyoruz” mesajı verdi ama bununla da yetinmedi. Menderes’in, Özal’ın ve Erbakan’ın mezarlarını ziyaret etti. Menderes için “bu milletin adamıydı” tabirini kullandı. Tabir elbette ki boşuna kullanılmamıştı; geçtiğimiz yıllarda hazırlanan kimi propaganda afişlerinde bu üçlü “milletin adamları” olarak anılmış, Menderes’ten Erdoğan’a uzanan bir siyasal hat çizilmişti.

Peki Türk sağının kutsalı olan, “yeter söz milletindir” diyerek iktidara gelmesini sağlayan, “milli irade” fetişizminin temelini oluşturan bu kolektif özne, yani “millet” kimdir? Türk sağı, “millet” adına konuşma yetkisini nereden almaktadır ve onun adına ne söylemektedir?

Demokrat Parti’nin “yeter söz milletindir” sloganı boş, temelsiz bir slogan değildi, bir tarih okumasına dayanıyordu. Buna göre Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde elitlerin “millet”e uzaklığı değişmemiş, Cumhuriyet’i kuran kadrolar “millet”in değerlerine yabancılaşmış oldukları için o değerlere aykırı bir modernleşme programı izlemişlerdi.

Peki bu kadroların yabancılaştığı iddia edilen “millet”in değerleri neydi? Burada açık bir şekilde dine işaret ediliyordu elbette; yabancılaşma ile kastedilen ise laikleşmeye/sekülerleşmeye yönelik adımlardı. DP, yoksul halkın sınıfsal öfkesini aldı, zenginlikle seküler hayatı özdeşleştirdi, balolar, smokin, tuvalet, içki sofraları, kadınların kamusal alanda görünür hale gelmesi vs. üzerinden dinselleşmeye ve laiklik düşmanlığına tahvil etti.

Yani halkın sınıfsal öfkesi sağcı manipülasyonla Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine yönlendirildi, gericilik buradan palazlandırıldı ama bununla da yetinilmedi; buna eşlik edecek bir şekilde Türk sağı milletin değerlerinin temsilciliğini de üstlendi ve “yeter söz milletindir” diyen bu formül 1950 seçimlerinden beri hep işe yaradı, kimi istisnai durumlar dışında Türkiye’yi hep sağ yönetti.

Aslında elitlerle mücadele ettiklerini söyleyenlerin hepsi başka bir elitizmin temsilcisiydi. Örneğin Bayar-Menderes ikilisi kendilerinin de dâhil oldukları toprak ağalarının sınıfsal temsilciliğini üstlenmişlerdi ve iktidarlarında bunu ticaret ve sanayi sermayesine doğru genişlettiler. Demirel 1960’lar ve 70’ler boyunca Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını temsil etti. Özal 24 Ocak Kararları’nın mimarı ve 12 Eylül’ün başbakanı olarak Türkiye’yi neoliberalizme açtı. Ve Erdoğan son 20 senedir Türkiye’nin sermaye düzeninin ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda hareket etti.

Dünyada da böyledir ama Türkiye’de sağın işlevi budur. Sermayenin ajandasını uygularken ve programını hayata geçirirken esas çelişkinin, yani emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtmek, esas meseleyi, yani sömürüyü görünmez kılmak, bunun için de toplumu dinle ve milliyetçilikle afyonlamak, “ezan susmaz, bayrak inmez” hamasetiyle ahmaklaştırmak, “vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla sürüleştirmek ve böylelikle sömürü düzeninin meşruiyetini ve bekasını tesis etmek… Evet, sağın işlevi tam olarak budur.

Dolayısıyla Türkiye toplumunun “özü itibariyle” sağcı olduğu iddiası bir zırvadan ibarettir; Türkiye toplumu özü itibariyle sağcı değildir, bu ülke çok büyük, çok organize, çok bilinçli bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmıştır ve özellikle 12 Eylül darbesiyle derinleşen, süreklilik kazanan bu operasyon on yıllardır devam etmektedir.

Bugün AKP’nin oyu deposu olarak görülen toplumsal kesimler, yani alt sınıflar, kent ve taşra yoksulları, enformel sektörde çalışanlar, onlarca gazeteyle, radyoyla, internet sitesiyle, tarikatlarla, cemaatlerle, vakıflarla, imam-hatiplerle, Kuran kurslarıyla kuşatılmış durumdadır. Ortalama bir yoksul Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu devasa şebekenin, böylesine derin bir kuşatılmışlığın içine doğmakta, bu kuşatılmışlığın içerisinde büyümekte, sosyalleşmekte ve politik bilincini bu sosyolojik- politik iklimin içerisinde edinmektedir.

Yani “vatan, millet, Sakarya” hamaseti boşlukta oluşmamakta, sağın ideolojik aygıtları ve hegemonya mekanizmaları bireyi sarıp sarmalamakta, kopkoyu bir karanlıkla onu kuşatmakta ve “millet”in bir ferdi, yani Türk sağının tabanı, kadrosu, militanı haline getirmektedir. Bu kuşatma halinden bir sağcı olarak çıkmamak ise çok esaslı, çok büyük bir mucizedir.

Düzen muhalefetinin seçimlerde aldığı yenilginin temel nedenlerinden biri bu şebekeyi çözündürecek, bu toplumsallığa müdahale edecek araçları geliştirmekten yoksun oluşu ya da daha doğrusu geliştirmek istemeyişidir. Yani Türk sağının yarattığı kolektif kimliğin karşısına başka bir kimlik konulamamış, bilakis o kimlik veri kabul edilerek, oradan oy alınacağı ve iktidar olunacağı hesabı yapılmıştır.

CHP’nin kurduğu ittifakın adının “millet” olması tesadüf değildir; CHP’nin geleneksel terminolojisinde geçmişten bugüne hep ulustan, halktan, yurttaştan söz edilmiştir ama partiyi sağa çekme sürecinin bir parçası olarak Türk sağının inşa ettiği kimlik, yani “millet”, sorgusuz sualsiz kabul edilmiş ve AKP’yle sağcılık yarıştırarak, sağın diliyle konuşularak seçim kazanılacağı varsayılmıştır. Sonuç ise ortadadır; aslı varken suretini kimse bir kez daha tercih etmemiştir ve bu da hiç şaşırtıcı değildir.

Yazının başlığını “millet kazandı, halk kaybetti” koymuştuk. Bir kolektif kimlik olarak “millet”in kazandığı yerde halk kaybeder. Çünkü tarihsel olarak “millet” dincilik ve milliyetçilik hamasetiyle inşa edilmiştir, lidere tapar, biat eder, hakkının, hukukunun peşinde koşmaz. Onun kazanması ise halk adlı kolektif kimliğin kaybetmesi demektir; çünkü hamaset büyüdükçe halkın ekmeği küçülmektedir. Ama mesele sadece bu değildir; “millet”in kazandığı yerde örgütlü, hakkını, hukukunu savunan, politik bir bilince sahip, ortak akılla hareket eden ve bunlar üzerinden kendini inşa eden bir kolektif özne, yani halk yoktur. Halkın olmadığı yerde ise sömürü düzeni yoluna dizginsiz bir şekilde devam eder, zengin daha da zenginleşirken yoksul daha da yoksullaşır.

O halde mesele “millet”i inşa eden ve onu oy deposu haline getiren sağ siyasetle nasıl mücadele edileceği meselesidir. Dinciliğin, milliyetçiliğin ve piyasacılığın karşısına bunların farklı versiyonlarıyla çıkmak, bunlarla yarışmaya kalkışmak kimseye bir şey kazandırmamaktadır. Dolayısıyla ihtiyacımız olan şey halk adlı kolektif öznenin inşa edilmesidir. Bu ise ancak halkla birlikte hareket eden, halkın taleplerini siyasallaştıran, halkı doğrudan siyasal alana taşıyan bir siyasetle mümkün olabilir.

Türkiye’de sol bugün gelinen noktada, seçimlerin ve sandığın ötesine uzanan, CHP ve HDP’nin gölgesinin düşmeyeceği, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunun merkeze yerleştiği, yeni kanallar ve araçlar geliştirmiş, yeni örgütlenme modelleri oluşturmuş, iktidar stratejisi belli bir şekilde halka gitmeli ve tüm bunlar üzerinden bir kolektif özne olarak halkı inşa etmenin yollarını aramalıdır.

Bu yapılmadığı sürece “millet” hep kazanmaya, halk ise hep kaybetmeye devam edecektir.